Devletlerin, halkın yararına veya başka nedenlerle belli bölgeleri geliştirmeleri ve oralara daha fazla yatırım yapmaları olağan bir politikadır. Bunun tersi yani özellikle belli bir bölgenin şehircilik anlamında geri bırakılmasının mantığını akıl ile açıklayabilmek için devletin niyetine ve o bölge için yaptığı planlamaya bakmak gerekir.   

İçinde kimi haklı gerekçeler olsa da bölgenin gelişimini, alternatifini ortaya koymadan engellemek orada yerleşen ve kaderini bir anlamda oraya bağlayan on binlerce insanın geleceği ile oynamaktır bir bakıma. O nedenle halkı yok sayan veya halka rağmen bir mekân kullanımını önceleyen politikalar en sonunda ülkenin fiziki ve beşerî kaynaklarının heba olmasına yol açar. Nitekim Zonguldak da bu tür akıl dışı bir kentsel yapılanmanın bunalımlarını yaşıyor günümüzde.

Zonguldak nasıl ortaya çıktı?

Kömür bu kentin varlık nedeni. Bu kesin. 19.yy başlarında bölgede keşfedilen bu zengin enerji kaynağı sayesinde, deniz ve demiryolu taşımacılığı ile demir çelik endüstrisinin en temel girdisi olan taşkömürüyle birlikte bölge de bir anda öne çıkmış oldu. Bu durum yerli yabancı birçok insanın ve yatırımcının da buraya girmesine yol açtı. Osmanlı’dan sonra Cumhuriyet döneminde madenler millileştirilerek yabancı sömürüsü durdurulmuş oldu.

Elbette böyle stratejik bir ürünün yer altında bırakılması düşünülemezdi. Nitekim öyle de olmuş ve Ereğli’den Kastamonu Azdavay’a kadar olan “havza” Osmanlı’da ve Cumhuriyet döneminde özel yasalarla kömür üretim alanı olarak belirlenmiş. Dolayısıyla havzanın ana işlevi taşkömürü üretimi olarak tanımlanmış. Böylece bu kıymetli maden, ülkenin her yerinden ekmeğinin peşinde koşan binlerce insanı da yeni bir memleket inşası için bir araya getirmiş oldu.

O yeni memleketin adı Zonguldak’tı. Gel gör ki ortada ormanlarla denizin birleştiği dağlardaki maden şantiyelerinden başka bir şey yoktu. Yani çalışmak için iş var ama yaşamak için doğru dürüst bir kent bile yoktu.

Osmanlı döneminde de Cumhuriyet döneminde de hem devlet hem şirketler hem de çalışmak için gelenlerin yani tüm kesimlerin gözünde burası sadece geçici bir iş alanıydı. Şirketler kazanacak, devlet payını alacak, çalışanlar da karnını doyurup memleketlerine döneceklerdi.

Halbuki kentin kaderi farklı yazılmıştı ve bir yönden de ülkenin en güzel yerleşimlerinden biri olma potansiyelini taşıyordu burası. Gerçi kimsenin bunu düşünecek hali yoktu uzun yıllar boyunca.

Öncelik cevheri kurtarmaktı, eyvallah, ama insan faktörü ve buna koşut olarak sağlıklı bir kentleşme gereksinimi olacağı neden düşünülemedi? Genlerimizdeki göçebe ruh muydu bunu görmemize engel olan, yoksa insanı kul gören ulu’l-emre itaat kültürünün bir sonucu muydu bu ucube kentleşme?

Devlet nasıl geri bıraktı?

Bu yazının amacı Zonguldak’ın nasıl ve neden sağlıklı bir şekilde kentleşemediği konusunda insanları düşünmeye sevk etmek, böylece kentin geleceğinin daha sağlıklı bir şekilde oluşturulmasına katkıda bulunmaktır. O nedenle olabildiğince objektif bakmaya çalışıyorum.

Geçen 170 yıllık süreçte bu değerli cevheri yasal düzenlemelerle koruma çabaları ile göçlerin getirdiği zorunlu kentleşme olgusu tam da burada çatıştı doğal olarak. Doğal ve akılcı olmayan ise devletin tutumu oldu baştan itibaren. Osmanlı gerçekten her alanda olduğu gibi madencilik ve endüstri alanlarında da çağın tamamen dışında kalmıştı. Kent ve kentleşme, maden, enerji ve endüstri kavramlarından tamamen uzak bir yapıdan rasyonel bir planlama beklenemezdi zaten. Havzadaki yeraltı serveti yabancı kumpanyalara dağıtılmıştı, muhtemelen yok pahasına.

Cumhuriyet döneminden itibaren devlet, başlangıçta tüm ekonomik faaliyetlerde izlediği milli politikayı madencilikte de izledi ve 1939 dan itibaren bölgede tüm ocaklar devletleşmiş oldu. Çok güzel evet ama bizim konumuz kentleşme, kentleşme anlamında yapılanlar ya da aslında yapılmayanlar bizim sorunumuz.

Sonrasında 40 lı, 50 li, 60 lı, 70 li yıllarda, yani kömür üretiminin zirve yaptığı yıllarda kurum (EKİ) adeta ayrı bir cumhuriyet hüviyetine büründü, bir devletin para, ordu, bayrak, yasa, sınır her türlü simgesel varlığına sahipti, sadece bağımsızlığını ilan etmediği kaldı. Bu yapı bürokrasinin bölgeyi fütursuzca kullanımını da beraberinde getirdi. Kurum işyerleri ve kamusal alanları gerçek bir sosyal devlet yapılanmasının en güzel örneklerini yansıtırken, kentsel gelişmenin önündeki en büyük engel ister istemez yine kurum oldu.

İl düzeyinde yollar kasıtlı olarak yapılmadı, ilçeler ve müesseseler arasındaki ulaşım özellikle zorlaştırıldı. Bunun da nedeni ülkenin en yoğun işçi gruplarının bir araya gelmesini engelleme düşüncesi idi, aynen Kozlu ve Kilimli’deki katanalı askeri birliklerin var olma nedeni gibi.

Kömür üretimine engel olacak kurum haricindeki her tür kentsel yapılaşma, çeşitli yasal ve idari tasarruflarla engellendi. Yerel yönetimlerin zaman zaman giriştikleri planlı kentleşme girişimleri de akamete uğradı. Buradaki asıl yanlış, hiçbir ciddi planlama yapılmadan ve insan faktörü hiç düşünülmeden madencilik yapılmaya çalışılması, bu sırada da kentin kendi dinamiği içinde başıboş bir şekilde oluşup gelişmesine seyirci kalınmasıydı. Yani ne yer altı ne de yer üstü gerektiği gibi işlenilemedi.

Süreç içinde yerel yönetimlerin elini ayağını bağlayan yasal mevzuat ve ülkenin genel olarak kötü yönetilmesinin sonucunda 70’li yıllarda hızlanan gecekondulaşma kenti adeta yuttu. Valilik, Belediyeler ve TTK hiç bir zaman çağdaş bir kent oluşturma konusunda konsensüse varamadı. Zaten halktan da 1970’deki “Zonguldak Yol İstiyor”  kampanyası dışında bu konuda ciddi bir talep gelmedi. Dolayısıyla siyasetçiler de baş ağrıtan bu soruna el atmaktan uzak durdular.

Ne yapılmalıydı?

Her şeyden önce yeraltındaki “servet-i madeniye”nin çıkarılıp ekonomiye kazandırılması için bilimsel metodlarla yapılacak, insanı ve çevreyi önceleyen bir üretim ve dağıtım planı içinde en verimli yöntemler bulunup uygulanmalıydı.

İkinci olarak, bu rasyonel üretim mantığının gereği olarak geliştirilme zorunluluğu olan kentsel alt ve üst yapıların planlaması ve uygulanması sağlanmalıydı. Yani insanların sosyal ve kültürel gereksinimlerini karşılamak amacıyla havza içinde yeni şehirler kurulmalıydı.

Ne yazık ki, cumhuriyet döneminde de bürokrasinin öncelikleri arasında insan faktörü hiç bir zaman ilk sıralarda yer bulamadı. Sözde üretim öncelendi ama onda da akıl yerine her zamanki gibi devletin malı deniz mantığı işletildi.

Başta, mesleğinin adını kötüye çıkaran bir kısım bürokrat, siyasetçi, esnaf, doktor ve avukat beşlisi olmak üzere, çalışanlar da dahil hep birlikte kurumun alabildiğine istismar edilerek yok olma noktasına gelmesinde pay sahibi olurken, koca kenti de adeta sakat bıraktılar.

Devlet de böyle bir tabloda sadece enerjimizi ve emeğimizi emdi, karşılığında ise mecbur kaldığı durumlarda tavizler vererek durumu idare etti.

Bundan sonra neler yapılmalı?

Şunu çok iyi görmüş olmalıyız ki, plansız, imarsız, vizyonsuz bir kent kendi kendini çürütüyor ve sonuçta bu durumdan kenti kemirenler de dahil herkes zararlı çıkıyor.

Her şeyden önce bu kentin sahipleri olarak devletten ciddi anlamda alacaklı olduğumuzun bilincinde olmalıyız.

Bu bilinçle, devletten talebimiz, öncelikle kömürle kenti yeniden buluşturacak bilimsel bir kentsel planlama yapılması ve tam olarak uygulanması olmalı. Bu planlamada kentin tamamına yayılan sağlıksız yapılaşmanın köklü bir kentsel dönüşümle ele alınarak çağdaş bir kent oluşturulması temel ilke olarak  yer almalı.

Devamında, sahip olduğumuz taşkömürü gibi bir serveti daha iyi değerlendirmek için kentin belli bölgelerinde yapılaşma tamamen kaldırılıp yeni yerleşim alanları oluşturulmalıdır.

İlaveten, daha önceki yazılarımda ifade ettiğim tüm altyapı eksikliklerimizin kısa sürede tamamlanacağı bir program uygulanması,

Aynı şekilde Bülent Ecevit Üniversitemizin desteklenmesi, tıp fakültesi ve diğer hastanelerimizin mükemmel hale getirilmesi,

Devamında, turizm konusunda çok ciddi bilgi sahibi insanlarımız var, onların önerileri doğrultusunda yatırımlara kaynak ayrılması,

Eğitimden spora farklı alanlarda yeterli devlet desteği sağlanması...

Bütün bunları ve dahasını yaptırabilmek için tüm Zonguldak’lıların siyasi farklılıkları göz ardı ederek birlikte ve her türlü zeminde bıkmadan usanmadan ısrarla talep etmesi gerektiğine inanıyorum.

Diyeceksiniz ki benzer talepleri daha önce de yazdın, ne değişti? Ben de size diyorum ki “et tekraru ahsen velev kane yüzseksen”

Bayram tadında yaşanacak günlere ulaşmak umuduyla hoşçakalın, sağlıkla kalın.