Sonbahar bitti, kışa girdik sayılır. Hava sertleşti, yine de güneş ısıtıyor hâlâ. Bizim kuşak dört mevsim kuşağı olduğu için sonbahar bitti dedim, aslında yaz bitti kış başladı demek daha doğru. Kıştan sonra tekrar yaz gelecek, korkarım ilkbaharla sonbahar tamamen unutulacak bu gidişle.

Şimdi sosyalist bir yazar çıkıp da kapitalizm sonunda mevsimleri de ikiye indirdi, bütün amaçları tüm evreni iliğine kadar sömürmek bunların, bakın işte doğanın dengesi nasıl bozuldu, mevsimlerin bile tadı kalmadı artık gibi bir şeyler yazsa yeridir.

Bana sorarsanız, ben de aynı görüşteyim, yani mevsimsel döngüdeki naif ama kişilikli devir teslim ritüellerini darmadağın edebilecek tek güç o ruhsuz kapitalizmdir, başka hiçbir şey değil!

Bizler zaten bunu kışın çıkan domatesle patlıcandan, lekesiz pırıl pırıl elmadan, erik büyüklüğündeki kokusuz çilekten anlamalıydık zamanında...

Zannettik ki bu ilerlemedir, medeniyettir; bırakın o biçimsiz salatalık tohumlarını, alın ithal tohumları, hem avrupa bunlar, tek kullanımlıkmış, olsun, zararı yok! Verim yüksek kardeşim, işine bak! Peki.

Bu yazının konusu ne tohum ne GDO’lu besin ne de lanet kapitalizmin sağlığımıza verdiği zararlar. Aksine, insanoğlunun uygarlık serüveninde en önemli eşiklerden biri olan kapitalizmin ortaya koyduğu üretim kültürü ve onun insanlığı nasıl dönüştürdüğünden bahsetmek. Kapitalizmin kentleşmedeki radikal değişimi ortaya koyup uygulatmasından söz ederek kentlerimizi nasıl daha yaşanılır hale getirebileceğimizi düşünmek.

Kapitalizmin kentleri

Marx’ın deyimiyle “kapitalizmin şafağı” 16. yüzyıldan itibaren kuzeybatı avrupada ortaya çıkmış, 19. yüzyılda Endüstri Devrimi ile yeni ve kalıcı bir aşamaya geçmiştir.

Endüstri devriminin en somut sonuçlarından biri de kentlerin yeniden dizayn edilmesi olmuştur. Sanayinin dayanılmaz mıknatıs özelliği ile gereken iş gücü köylerden endüstri merkezlerine doğru emilmiş ve sonuçta ortaya çıkan işçi sınıfının barınma ve sosyal çevre ihtiyacını karşılayacak yeni bir kent ve imar kültürü ortaya çıkmıştır.

Kapitalizmin amansız büyüme baskısı nedeniyle, başlangıçta kentlerin son derece iltihaplı bir yara gibi gelişen sağlıksız işçi mahalleleri ile varlıklı kesimlerin gösterişli konut alanları endüstri merkezlerinin yeni çehresini oluşturuyordu. Ne var ki meydana gelen kapitalist üretim kültürü, her ne kadar ekonomik çıkar çatışması yaratsa da verimi artırmanın insanların yaşam şartlarıyla olan ilişkisini çok çabuk çözdü ve ona uygun kentsel dönüşümü derhal hayata geçirdi.

1852 de imparatorluğunu ilan ettikten sonra Paris’i yeniden inşa etmeye karar veren III.Napolyon’u bu konuda motive eden asıl unsur, güçlenen burjuvazinin ve iş hayatının ihtiyaçlarına uygun olarak işçi sınıfını denetim altına almaya yönelik bir kentsel planlama olmuştu. Bu amaçla ortaçağdan kalan mahallelerin üzerinden geniş bulvarları geçirerek yeni Paris’in çehresini oluşturdu. Otomobilin olmadığı bir dünyada böylesi geniş bulvarların yapılmasıyla ülkemizin emek başkenti  Zonguldak’taki yolların yapılmaması temelde aynı saikle açıklanabilir. İşçi sınıfından çekinen burjuvazinin, Paris’te askerin ve topçuların rahatlıkla ilerleyebileceği geniş caddeler yapmasıyla Zonguldak’taki yolların hiç yapılmamasının ortak nedeni muhtemel halk hareketlerine daha kolay engel olmak ihtiyacından başka bir şey değildi.

Sonrasında ve günümüze kadar gelen süreçte kent kültürünün batı toplumlarında kalıcı olarak içselleştirilmesi ve daha yaşanabilir kentlerin kurulabilmesi, yine kapitalizmin gelişmesine paralel olarak demokrasinin de güçlenmesi ile gerçekleştirilebilmiştir.

Kapitalist sistem insanları posasını çıkarana kadar ezerken bir yandan da üretimi en üst seviyeye taşımanın kurallarını da taviz vermeden uygulamıştır. Buna kentsel rantın oluşturulması ve dağıtımındaki sınırları ve paylaşımın şeklini belirleme de dahildir. Gelişmiş batı toplumlarındaki demokratik yapının arkasında bir bakıma ironik de olsa kapitalizmin kurallı organizasyonu yatmaktadır.

Yanısıra, kapitalizm, emperyalist yağmanın getirisi bir yana, bilim olmadan teknoloji ve endüstrinin gelişemeyeceği, özgür düşünce olmadan da bilimsel üretim olamayacağının farkında olarak, toplumun özgürlük alanlarını bir ölçüde açmak zorunda idi.

Biz ne hallerdeyiz bu arada?

Bize gelince, bizim gibi daha vatandaşlık bilinci toplum tarafından tam olarak içselleştirilmemiş, hatta toplumun önemli bir bölümünün biat kültüründen sıyrılamadığı ülkelerde ise, kapitalizm gibi birçok açıdan insana ve doğaya aykırı bir ekonomik sistem bile henüz ulaşılması gereken bir üst aşama durumundadır. Bizimkinin adına yağma düzeni denebilir ancak. Çünkü ekonomi üretimden çok, tüm doğal ve ekonomik varlıkların acımasızca yağmalanmasına dayanmaktadır. Tüm bu soyguna halkın önemli bir kısmı seyirci kalmanın ötesinde, her an bir pay da ben kaparım açgözlülüğüyle destek vermektedir. Çünkü sistem herkese ortak servetten bir şeyler tırtıklama fırsat ve olanağını bilinçli olarak açık tutuyor.

Dolayısıyla, böyle bir düzende çağdaş bir kent kültürü oluşturmak ve onu uygulamak mümkün olmamaktadır. Çarpık kentleşme dediğimiz olgunun temelinde işte bu sakat yapılanma bulunmaktadır. Yerel yönetimlerin kentlerini daha yaşanabilir bir hale getirmelerinin önündeki en yaman engel de budur.

Anlayacağınız, bizim her şeyden önce o beğenmediğimiz kapitalizmin kurallarına uygun olarak, en başta demokrasi kültürümüzü güçlendirmek ve çağdaş bir hukuk devleti haline gelebilmek gibi bir sorunumuz var. Bu sorunu aşabildiğimiz ölçüde kentlerimizi ve başta Zonguldak’ımızı her alanda dünyayla yarışır hale getirebileceğimizden hiç kuşkum yok.

Sonuç olarak, dünyanın en değerli coğrafyasında, yine dünyanın en köklü tarihsel ve kültürel mirasının taşıyıcısı olan halkların yaşadığı bir ülkeyi, kapitalizm gibi insanlığın yüz karası bir ekonomik sistemin bile özlendiği durumlara düşüren iktidar sahiplerini halkın ferasetine havale ediyorum.

Ülke yararına, Zonguldak yararına olan her konuda fikir üretmek ve tartışmak umuduyla hoşçakalın, sağlıkla kalın.