Bir özeleştiri ile başlayayım. Yalan değil, son yıllarda gittikçe azaldı Zonguldak ziyaretlerim ama her gelişimde karşılaştığım manzara gittikçe korkutuyor beni… Neden derseniz, belki abartılı bir benzetme olacak ama bir “soykırım” yaşanıyor Zonguldak’ta! Kentin tarihi, Zonguldak’ın belleği katlediliyor.

Caddenin sonundan limana doğru uzandığınızda, sizi karşılayan TTK İş ve İşçi Müdürlüğü’nü mü? Yoksa Zonguldak’ın dış dünyayla bağlantısını sağlayan o tarihi beton iskeleyi mi hatırlatsam size? Agâh Çağlar, Atatürk’ün emriyle Bayındırlık Müdürü olarak gönderilir Zonguldak’a, Genç Cumhuriyet’in bu ilk kentinde müteahhit olarak onun emeği, onun imzası vardır. Mehmet Çelikel Lisesi de yine onun sayesinde yapılır.

Biz hafızamızı biraz daha zorlayalım, endüstriyel miras sayılabilecek kent merkezindeki yıkılan Lavuardan bahsedelim mesela… Olmadı, Cumhuriyet’in birinci “Beş Yıllık Sanayi Programı”nın bir parçası olan, Atatürk’ün açtığı ilk on beş fabrikadan birinden; yani ülke ekonomisinin o tarihlerde bel kemiğini oluşturan Zonguldak Antrasit Fabrikası’ndan bahsedelim. Bir çırpıda “Ekonomik ömrünü tamamladı” diye yıkılan, Zonguldaklıların bildiği adı ile Üzülmez Kok Fabrikası’ndan bahsedelim yani!

Ya da, yine Atatürk’ün mimarı olarak anılan, ilk mimarlarımızdan Seyfi Arkan imzasını taşıyan Rat Evleri’nden, işçi konutlarından konuşabiliriz… Ya da onların yerine dikilen ruhsuz zevksiz TOKİ konutlarından söz açabilirim size!

Biraz daha eskiye gidelim gelin. Yaşı yaşıma denk olanlar kolaylıkla hatırlayacaktır, şehrin göbeğinde yer alan muhteşem güzellikteki valilik binasını. 1929 yılında Vali Akif Behzad İyidoğan döneminde yapımına başlanan Zonguldak Vilayet Binası’nın açılışı, 29 Ekim 1932 Cumartesi Günü, Cumhuriyet Bayramı törenleri sırasında, Zonguldak Valisi Halit Aksoy tarafından yapılır. Bu binanın ilginç bir özelliği ise, kendisi yerle yeksan edilmiş olsa bile ikiz kardeşinin Ankara’da Ulus’ta, hala anıt bir bina olarak ayakta duruyor olmasıdır. Eski Sıhhıye Binası, bizim yıkılan Valilik binasının kardeşidir. Mimarı da Cumhuriyet’in ilk yıllarında ülkemize davet edilen Avusturyalı mimar Theodor Jost’tur…

Her ne kadar azalmış bile olsa Zonguldak ziyaretleri, uzaktan bakınca insan bu değişimi çok daha rahat görebiliyor. Ve istemeden üstüne düşünmeye başlıyor. Çünkü yok edilen aslında binalardan çok bizim anılarımız, çocukluğumuz, gençliğimiz oluyor. Kim istemez ki yıllar sonra “Bak burası benim ilkokulum, burası çocukken oynadığım park, bu limanda gezerdik biz gençken” diye çocuklarına anlatmayı, gösterebilmeyi? Oysa bir bir yok olunca bunlar, gösterecek bir şey de kalmıyor elde düne dair…

Bizi kentimize, toprağımıza bağlayan en önemli şey anılarımızdır. Bu anılar, ortak paydamız olarak bizi birbirimize karşı daha saygılı, daha hoşgörülü, daha bağlı kılar. Zonguldak’ın hamurunda, yaşadığı mükellefiyet acıları, grizu patlamaları, madenlerde yitirdiği canları, hep birlikte omuz omuza verdiği hak mücadelesi vardır. Toplumsal belleğin böylesine hoyratça yok edilmesi aidiyet duygusunun da yok olmasına sebep oluyor.

Zonguldak yıllar yılı rant uğruna, oy uğruna peşkeş çekilmiş bir kent. Düzenli olarak çeşitli vaatlerle işçi göçü almış bir kentin kültür varlıkları, sosyoekonomik değerleri dışardan gelenler için bir şey ifade etmez olmuş, sahip çıkılması gereken öncelikler olmamış. Artık hepinizin bildiği konulara girmeyeceğim. “Neydik ne olduk? Nereden nereye geldik?” değil meselem. Ben bundan sonrasına bakma taraftarıyım…

Kuru bir romantizm sayılmasın bu söylediklerim. Kentten uzakta yaşayan birinin kendi çocukluğuna özlemi olarak da algılanmasın. Çünkü öyle değil, baştan söyleyeyim!

Kentler yaşayan organizmalardır ve her canlı gibi büyürler, gelişirler, değişirler. Değişim kaçınılmazdır. Ve hatta zorunludur. Üstelik söz konusu Zonguldak olunca, kömüre dayalı bir ekonominin var ettiği kentin, üretimden hizmet sektörüne dayalı bir ekonomiye geçişinde değişim kaçınılmaz olacaktır. Olmalıdır da.

Kentler; meydanları, caddeleri, sokakları, köprüleri, okulları, kıraathaneleri, ibadethaneleri, mahalleleriyle var olurlar. Bunları değiştirip dönüştürdüğünüzde kent o kent değildir artık. Çünkü kentler de aynı insanlar gibi farklı özellikteki yapıları, doğal güzellikleri ve kültürleriyle birbirlerinden ayrılmaktadır.

Bir düşünün bakalım. Trabzon’da ya da İstanbul’da bir AVM’nin kapısından girdikten sonra nerde olduğunuzu belli eden, o şehrin havasını teneffüs etmenize imkân tanıyan ne kalıyor elinizde? Aynı mağaza zincirleri, aynı vitrinler… Benzerler senfonisi, tek tip soğuk bir sürü mağaza. Yok, buna karşı değilim, “Kahraman bakkal süpermarkete karşı” gibi anlaşılsın istemem bu söylediklerim. O da olacak tabii ki… Ama kentin dokusuna sahip çıkmak o kentin insanının zorunluluğudur. Olmadı o kenti yönetenlerin görevidir. Gelecek kuşaklara borcudur!

Zaman içinde eskimiş ve yıpranmış kent unsurlarının, günün sosyal ve ekonomik şartlarına uygun olarak değiştirilmesi, yenilenmesi tabii ki gerekmektedir. Buna kimse karşı gelmez. Ancak kentsel dönüşüm denilince, zamanın gerisinde kalan bu yapıların tamamen ortadan kaldırılıp, yerlerine tekdüze yapıların konmasına da gönül razı olmamaktadır. Aksine kente özgü olan, diğer yapı tarzlarından ayrışan, o kentin kimliğini taşıyan unsurlar revize edilerek, çağımızın modern inşa teknikleriyle tekrar o kente kazandırılmalıdır.

“Bunca şeyi neden yazdım? Ne bana dert oldu?” derseniz… Son günlerde Fevkani Köprüsü ile ilgili yazılan, çizilen onca şey kafamda dolanıp duruyor. Köprünün yıkılma riski taşıdığı hazırlanan raporlarda belirtilmiş, dahası pek çok kişi zaten demir ayakların nasıl yıprandığını yazmış, anlatmış. Hatta bir kesim “Ne manası var, ne tarihi değeri varmış ki, Zonguldak’a ne katıyor? Eski bir köprü, yıkın gitsin, yerine yenisini, modernini dikin.” demeye kadar götürmüş işi... Yeni olan iyi mi peki? Yeni olan daha mı sağlam? Yenisi daha mı estetik olacak? Yenisi Zonguldak’a çok şey mi katacak? Konuşulan eskiyi yıkmak, yenisinden bahseden yok şimdilik…

Eski ne varsa atalım. Nasıl olsa yerine yenisini koyarız. Ağaçları keselim, yenisini dikeriz. Ata’dan, babadan kalanı satalım savalım; betona boğalım çevreyi. Âlem görsün, çünkü zenginliktir budur… Öyle mi?

Fevkani Köprüsü’ nün hikâyesini şüphesiz bilirsiniz. Bilmeyen için kısa bir hatırlatma olsun; 1948 yılında Zonguldak’ta yeraltı ve yerüstündeki tesislerin yenilenmesi için çalışmalar başlıyor. Bu bağlamda limanın yanına da kömür yıkama ve yükleme tesisleri kurulması planlanıyor. Bahsedilen limanın daha da büyümesi yani. Bu planlama içinde kesintisiz karayolu ihtiyacı 1952 yılında Alman MAİG firması tarafından projelendiriliyor. Ve 5 ayaklı Fevkani Köprüsü’ nün yapılması gündeme geliyor. Böylelikle hem kesintisiz kömür nakli sağlanıyor, hem de şehrin iki yakası birbirine bağlanıyor. Köprünün açılışını dönemin başbakanı Menderes yapıyor. Hatta yıllar sonra her nasıl olduysa köprünün adı İnönü konulunca birileri “Olur mu öyle şey? Açılışını Menderes yaptı, İnönü ismi olmaz .“ diyor. Ve köprü Fevkani ismi ile anılır hale geliyor. Fevkani ismi nerden çıkmış derseniz, köprünün mimarisinden gelir. Fevkani yapı; yüksek, yükseltilmiş anlamındadır. Fevkani köprü ise üst geçit anlamındadır. Bu köprü, altından karayolu ya da demir yolu geçecek şekilde yükseltilmiş 5 ayaklı bir üst geçittir yani...

Bu kent için tuhaf bir dönemden geçiyoruz. Mükellefiyet, kent hafızamızda pek çok acı çağırır. İlk kez Osmanlı Dönemi’nde 1867 yılında mükellefiyet kanunu çıkartılır, ardından Cumhuriyet Dönemi’nde 1940’lı yıllarda ikinci mükellefiyet dönemi gelir. Yani devlet eli ile vatandaşın rızasına bakılmaksızın belirtilen kıstaslara uyan herkes madende çalışmak zorunda bırakılır.

Teşbihte hata olmaz, şimdi üçüncü mükellefiyet dönemidir. Bu sefer devlet zoruyla değil belki ama ‘GÖNÜLLÜ OLARAK’ bu kenti sevip kollayan herkesin uzak yakın demeden, elinden geldiğince çalışma zamanıdır. Gönüllü olarak kentine sahip çıkma zamanıdır. O köprünün üstünde altında, yanında kıyısında çok anım var. Amcamın dükkânı o köprünün altındaydı. Madenci grevinde o köprü, her gün binlerce işçiyi sırtında taşıdı, senelerce okula o köprünün başından kalkan dolmuşlarla gittim. Yıllarca kente gelen arkadaşlarıma yol tarif ederken o köprüyü kerteriz aldım. Hal böyle olunca bari buradan bir iki kelam edebilelim. Hazır imkân bulmuşuz...

Büyükler bizden daha iyi bilir ama ben kendi payıma köprünün çağın gereklerine göre yenilenmesinin hem daha ucuz hem daha doğru olacağını düşünenlerdenim. Yıllarca köprü altı esnafından alışveriş yapan biri olarak, bu kentin hem köprüsüne, hem esnafına sahip çıkılması gerektiğini düşünenlerdenim. Kentin dokusunun yıllar içinde yenilenmesi ama ruhunu kaybetmemesi gerektiğine inananlardanım. Belki azız, belki çoğuz ama sözümüz umarız duyulur. Hani başta saydığımız, yerle yeksan edilmiş yapılardan biri olmaz umarız köprümüz. Bakın köprüden bahsederken Yayla’da ilkokulumun karşısında yer alan Kız Meslek Lisesi’nden bahsetmeye sıra gelmedi. Umarım gerçekten sıra ona gelmez! Nokta...

Kendinize de, kentinize de iyi bakın

Sevgiyle