Farklı şehirlerde doğup iş ve aş arayan insanların yoğun göçüne maruz kalmış kozmopolit (farklı memleketlerden) nüfusa sahip şehirlerdeki müzmin yerli-yabancı çatışması Zonguldak’ta da iyileşmez bir hastalık olarak devam etmekte. Özellikle atama ve seçim zamanlarında bu tartışmalar ayyuka çıkmakta, ortak çıkarlar etrafında toplanarak şehir lehine kararlar alınmasına ciddi zararlar vermektedir.
Zonguldak kömür sanayinin gelişimiyle bir dönem tüm Türkiye’nin iş kapısı olmuş, özellikle de Doğu Karadeniz’den, bilhassa da Trabzon ve Rize’den ciddi göç almıştır. Bu insanlar gerek gelenekleri gerekse de yabancı bir memlekette ayakta kalabilmek adına birbirlerini kollamak için kendi lobilerini oluşturmuşlardır. Fizik kanunlarına göre her etkinin karşı tepkiyi oluşturması ya da her kutbun karşı kutbunu doğurması gereği kendini yerli olarak sayanlar da onlara karşı kendi lobilerini oluşturdular. 
Bu yerli-yabancı çekişmesi o gün bugündür devam etmekte. Ancak geçmişte Zonguldak tüm ülkenin gözbebeği olduğundan hangi taraftan olursa olsun nitelikli eleman bulmak sorun değildi. 1980 sonrası Zonguldak gittikçe önemini kaybetti ve şehir göç veren bir kent haline dönüştü. Göç veren bir kenti de tabii ki de öncelikle nitelikli olanlar terk etmeye başladı. Hal böyle olunca bu yerli-yabancı çekişmesi şehrin aleyhine çalışmaya başladı. Nitelikçe yetersiz ama kullanılmaya hazır insanlar öne atılarak, hemşericilik kozuyla bir yandan taraftar toplanırken bir yandan karşı taraftakileri ötekileştirilmek için kullanıldı. Tabi kaybeden hep şehir oldu. Çirkinleştikçe çirkinleşti, çirkinleştikçe göç verdi.
Hakikaten bir şehre hizmet edebilmek için o şehre değer vermek gerekir. Fakat bunun için kafa kâğıdında o şehrin isminin yazması yeterli midir? Ya da uzunca bir süre yaşamak mı gerekir? Bu yaşıma kadar pek çok insan tanıdım atadan beri Zonguldaklı ama kendinden başkasına hayrı olmayan, burada kazandığı ile gidip dışarıya yatırım yapan… Ya da burada doğup, büyüyüp, karnını doyuran, ama memleketini sorduğunda hala babasının memleketini söyleyen… Bu iki tiplemeden de bu şehre hayır gelmez bilmiş olun.
 Bu noktada bende iz bırakan bir anımı anlatmak istiyorum sizlere: 15-20 yıl kadar önce İstanbul’dan Zonguldak’a seyahat ederken İstanbul’da okuyan bir üniversite öğrencisi düşmüştü yanıma. Sohbet etmeye başladık yol boyunca. Zonguldak’ta doğmuştu, büyümüştü, ailesi de buradaydı hala. Hayallerinden bahsetmeye başladı sonra. Çok büyük hayalleri vardı, çok para kazanacaktı. Çok para kazandığında bir üniversiteye büyük bağışlar yapacaktı. Tahmin edebildiniz mi? O üniversite doğduğu ekmek yediği şehrin üniversitesi değil, babasının memleketindeki üniversite idi. Üstelik doğduğundan beri o şehri henüz görme fırsatı da yakalayamamıştı.
Evet, Zonguldaklı olabilmek için, burada doğmuş, büyümüş, sokaklarında gezinmiş olmak yetmez. Zonguldaklı olabilmek için bu şehri sevmek, derdiyle dertlenebilmek, ona karşı sorumluluk duyabilmek, gitme şansı eline defalarca geçse de gidememek gerek. Şehir olarak yeniden yükselebilmemiz için “altını delip içinden çaldığımız bidonun kendi bidonumuz olduğunu ve üzerine eklemezsek giderek tükendiğini anlamamız gerek”.