Geçtiğimiz günlerde üniversite öğrencisi bir gencimiz evinde ölü bulundu. Basından öğrendiğimize kadarıyla ölüm sebebi aşırı dozda uyuşturucu kullanımı idi. Arkasında not bırakmıştı; “hiç maddi problemim olmadı ama bu evrende aradığımı bulamadım.” Yazılanlara göre son birkaç yılda bu şekilde kaybettiğimiz gençlerimizin sayısı 13’e ulaştı. Ulusal medyada her gün buna benzer bir dolu haber… Uyuşturucu satıcılığından yakalananlar, ölenler, öldürenler, intihar edenler, eşine çoluğuna çocuğuna şiddet uygulayanlar…

Medyada, kahve sohbetlerinde herkeste ahlar vahlar, gelecek kaygısı, bu gençlik nereye gidiyor kaygısı. Açıkça ben bunları timsah gözyaşlarına benzetiyorum. Timsahta yavrusunu yer sonra da gözyaşı dökermiş. Biz de aynıyız. Herhalde bu çarpık dünyayı gençler yaratmadı, bizler yarattık. Bizler yaratmasak bile oluşmasına seyirci kaldık, ondan faydalandık, rant sağladık. Şimdi kalkmış gençlerin sonu ne olacak, bu ülkenin geleceği ne olacak.

***

1980’lerde zengin dünyanın para babaları ne yapsak etsek de daha çok para kazansak, diğer ülkelerin de kaynaklarına erişsek diye düşündüler taşındılar ve sonunda küreselleşme kavramını icat ettiler. Sözde kendi ülkelerindeki güzellikleri diğer ülkelere getirip, oradaki insanların da güzel yaşama sahip olmalarını sağlayacaklardı. Ama asıl niyetleri düşük ücretlerle uzun saatler işçi çalıştırıp maksimum kâr elde edebilmek, zenginliklerine zenginlik katabilmekti. Bunun yanı sıra tüketim iştahı körüklenerek insanların sürekli para harcamaları sağlanacak böylece sürekli tüketim-kazanç döngüsü oluşacaktı.

Biz de bu trene her zaman olduğu gibi sonuçlarını hiç düşünmeden, hiçbir koruma önlemi yasal düzenleme yapmadan atladık. Televizyonlarda filmlerle, dizilerle dizilerde gerçekte var olmayan hayatlara özendirildik; reklamlarla o düzmece hayatların ürünleriyle bombardımana uğratıldık. Sonuçta hepimiz tüketim toplumuna dönüştük.

***

Sürekli daha iyi ve güzel yaşam arzusuyla sürekli tüketme alışkanlığı elbette daha fazla para kazanmayı gerektiriyordu. Artık öğretmene, doktora, mühendise, memura, işçiye, iş adamına parası yeterli gelmiyordu. Ekstra paraya ihtiyaç vardı. Para gelsin de nasıl gelirse gelsin her yol mubahtı. Herkes maaş aldığı işini aksatıp kayıt dışı işlerin peşinde koşmaya başladı. Avanta, rüşvet vakayı adiye oldu. Esnaf müteahhitliğe özendi. Yeni yatırımlar için para lazımdı, çalışana verilen para çok görülmeye başlandı; sigortası ödenmedi, maaşları geciktirildi, ama milyonluk arabalara binilmekten geri kalınmadı. Oysa peygamber efendimiz, işçinin ücretini teri soğumadan verin diyordu.

Bu tatminsizlik öyle noktalara geldi ki, din adamlarımız bile bundan nasibini alır oldular. E sonuçta onlar da insandı, onların da ihtiyaçları vardı. Allah’ın ayetlerini cenazelerde, doğumlarda, nikahlarda parayla söyler oldular. Camilerimizin Allah’a ibadet etme ateşiyle yananlar yerine, devletten makam mevki kapma ya da ihale kapmak peşinde koşanlarla dolup taşmaya başladı. Kulisler yapmaya başladık, "kimi nereye yerleştirsek”, “bize ne faydası olur?”.

Paraları stokladıkça stokladık, kimseyle paylaşmadık. Sahte iflaslar ayarlayıp borçları vatandaşa havale ettik. Karşılıksız hiçbir iş yapmaz olduk. Bu ortamı bizler yarattık, şimdi de kalkmış televizyonlar, basın, herkes timsah gözyaşları döküyor. Bunları değiştirmek elimizde; mesela her gün televizyonlarda tüketim ekonomisi pompalamayı bırakmakla başlayabiliriz. Unutmayın, insanlığın sorunu ekonomik büyüme değildir, mesele üretilen yeterince paylaşamamaktır. Sürekli büyüme doğal kaynakların da insanlığın da daha hızlı tükenmesinden başka bir şeye sebep olmayacaktır.