Bugün erkenciyim. Bembeyaz bir sabaha uyandım. Dışarda karın yumuşacık örtüsüyle nihayet huzur bulup uyuyan doğaya, içimdeki dinginlik eşlik ediyor. Öylesine sessiz ve öylesine güzel ki ortam, güneş bile uyanmak istemiyor sanki. Gökyüzünün alacakaranlığı beyaz örtüde yansırken, doğanın tatlı rüyaları buğu gibi sarıp sarmalıyor uyuyan çocuklarını. Gizlice izlerken onları, tarif edilmez bir keyif alıyorum. Hafif melodik tınılar eşlik ediyor izlenceme. Uzak diyarlardan, mistik coşkuyla gelen. Geçmiş öyküleri anlatıyor insana dair. Soğuk iklimlerden, ormanlardan, tüten dumanlarından başka bir lüksü olmayan sade yaşamlardan. Sade, ama bir o kadar da zengin. Doğayla kucak kucağa, biraz mücadele ve biraz da emekle güçlüklerin üstesinden gelmenin tatlı yorgunluğunu anlatıyor. Bir tablo gibi doğa ana çizdiği resmi gururla sunarken, geçmişe açılan penceredeki anlarla bütünsellik sağlıyor müzik. Sanki o anlar şimdiki anla yan yana ve bir gibi. Sıcak bir kahvenin kokusu geliyor burnuma. Birkaç on yıl öncesinden. Viyana'dan, henüz ağarmamış bir kış sabahından. 2005 yılının Ocak ayına gidiyorum. Diz boyu karlara basarak metroya yürürken buluyorum kendimi. Düşmemeye çalışırken, demir trabzanların keskin soğuyla buluşuyor ellerim. Merdivenlerden güç bela iniyorum. Sabahın sanki hiç gece olmamış gibi hızlı ritmiyle, kendimi metronun trenlerinden birine bırakıyor ve bir çırpıda heyecanla iniyorum şehir merkezinin en kalabalık durağında. Bu sefer hızla tırmanıyorum merdivenleri günışığına doğru ilerlerken. Hava ağarmış biraz. Yine de görkemli tarihi binaların sarı aydınlatma ışıkları hala yanıyor. Derken gün ağarması geceyle gündüzün birlikteliğine son noktayı koyuyor.

Müzenin dev kapısına doğru ilerliyorum. Ustaların heykellerini saygıyla selamlıyorum, kapıdaki görevliyi de unutmadan. Sonra tarih kokan sayfalara doğru koşuyorum. Herkes çoktan gelmiş. Kitaplar çoktan açılmış. Mikroskopların lambaları bilinmeze açılan dünyaları çoktan aydınlatmaya başlamış. Geçmiş yüzyıllarda nice adımların yürüdüğü ahşap parkelerin çıtırtısıyla, çalışma odalarının arasındaki mutfağa yöneliyorum. Birazdan milyonlarca yıllık yolculuğa çıkacağımı bilmenin verdiği heyecan ve kahvenin davetkar kokusunun geldiği yeri keşfetmenin keyfiyle, uzanıp bir fincan da kendim için dolduruyorum. Gözlerimi kapatıp kahvenin mis gibi kokusunu içime çekerken, adeta o anı ölümsüzleştirmek adına içtiğim yudumu ağzımda tutuyorum bir süre. Sıcacık egzotik tadlar yavaşça kaplarken içimi, gözlerimi açıyorum bir başka kış sabahına. Evim sessiz, doğa sessiz. Yavrucukları kış uykusundan uyandırmak istemeyen güneş, hala bulutların ardında uyuyor. Hafif bir aydınlık içinde lapa lapa kar yağıyor, usulca. Karadeniz'in yeşilini örterken bembeyaz yorgan, benim içim kıpır kıpır. Gülümsüyorum uzak ufuklara, damağımdaki kırk yıllık kahvenin tadıyla.