Zonguldak'ın Kalemi - 6

Merhaba değerli okurlarım, bir Zonguldak’ın Kalemi’nde daha beraber olabilmenin sevincini yaşıyorum. Geçtiğimiz hafta şehir dışındaki işlerimden ötürü; köşeyi toparlayamamış ve sizlerle buluşamamıştık.

Hayat öyle ya da böyle yaşandıkça,

Zaman akrep ve yelkovanın omuzlarında daima ileri yürüdükçe,

Kelime denizi dalgalanmaya devam ettikçe,

Buluşmaya devam edeceğiz.

Hayatı, geceyi, boş bir anı; bir hissi paylaşmak için kelimelerinizi, çizgilerinizi gönderin; Zonguldak’ın Kalemi’nden paylaşalım.

Bu hafta, sevgili Toprak Çağatay Ölmez çizgileri ve Ece Bukan’ın kelimeleri bizimle!


Veba Maskesi – Toprak Çağatay Ölmez

Günümüzde yaşanmakta olan Covid 19 pandemisi tüm dünyayı etkisi altına aldı. Henüz 17 yaşında iken böylesi bir salgınla karşılaşmak beni diğer salgın hastalıkları araştırmaya teşvik etti. Böylesi büyük salgınların ne kadar sürdüğü, insanlara etkisi ve tedavilerinin ne kadar sürede bulunduğu gibi soruları; internette arttığımda, karşıma kara veba salgını çıktı. 1347 yılında başlayan 4 yıl süren, yine Çin ve Ortadoğu ülkelerinde türemiş olan bu hastalık Avrupa’ya yayılmış. Asıl ilgimi çeken kısım, o zamandaki doktorların veba hastalığına karşı giydiği kıyafet olmuştu. Bu kıyafetin maskesinin vebadan korunma için gaga şeklinde olması dikkatimi çekmişti; aynı zamanda böyle giyinen kişilerin hepsinin doktor olmadığı, bazılarının doktor gibi gezinen yalancılar olduğunu da öğrendim. Tüm bunlar ışığında ise bu resmi çizmek istedim, umarım resmimi beğenmişsinizdir.

Yaşanan hiçbir şey tamamen senin suçun değildi. Önce bunu anlaman gerek. Belki de sevginin herkes için farklı anlamlara gelebileceğini henüz bilmiyordun. Belki çok sevildin de göremedin, belki gerçekten hiç sevilmedin. Ama kimse sevmedi diye, sen niye sevmedin ki kendini? Neden yeryüzüne fazla hissettin? Sanki koca memleketin sana verecek bir avuç toprağı yoktu. Öyle ağır geldi varlığın kendine. Ama kızma kendine, kimseye de kızma! Aslında kimsenin suçu yoktu, senin de yoktu.

Hepimiz yaşayarak öğrendik ve hala öğreniyoruz. Hayat doğrusal değil ki mutlak doğru diye bir şey hiçbir zaman olmadı. Biz her gün, her hissimizin bize getirdikleriyle öğreniyoruz. Kaçamazsın hayattan, kaçmamalısın da. Hissetmekten korkmamalısın hiçbir duyguyu. Korkuların, omuzlarına bindirdiğin en ağır yük; kurtul onlardan. Tüm bunlardan kaçmaktansa, yaşamak inan daha az acı veriyor. Yaşanılan hiçbir şeyi geri getiremeyiz ama kendimizi her gün yeniden büyütebiliriz, yaralarımızdan öpebiliriz. Çünkü bunu bizim için bu hayatta kimse yapamaz ve yapmayacak da. Gerçek şu ki; tüm yaşamımız boyunca gerçek anlamda kendimizden başka kimsemiz olmayacak. Sahip olduğumuz tek ve en büyük gerçek kendimiz olacağız her zaman. Bu yüzden suçlu aramaktan, korkmaktan, kaçmaktan ve kendimize küsmekten vazgeçmeliyiz önce. Kendimizi tüm hatalarımızla sarıp sarmalamalıyız. Güneş böyle doğacak içimize, geceleri ay ışığı böyle vuracak yüzümüze.

Yani demem o ki; ne yaşanılırsa yaşansın bu hayatta savaşımız sadece kendimizle olacak. Bu yüzden en çok kendini sev ve en çok kendini affet.. Sonra kalbine iyi gelenleri sev ve affet. Çünkü affedebilmek, bu dünyadaki en büyük özgürlük…

Sevgi ile…


*** İnsanın asıl mücadelesi kendisiyledir. Düşüncelerdeki çatışmalar… Belki de umut… Umut diri oldukça bütün her şey diridir. Evet, acılar da sıkı sıkıya umuda bağlıdır. Genelde kendi kalbimizden geçip koşuyoruz bir başkasının kalbine / kalbi için… Oysa kanayan yaralarımız dikiş tutturmuyor, o kurulacak olana. Her şeye rağmen “sen niye sevmedin kendini?” Bu soru birçok soruya ışık olacak bir cevabı taşıyor aslında. Sen her şeyden daha değerlisin, gerektiğinde kendinden geçmen gerekebilir, evet ama unutma! ‘Sen her şeyden daha değerlisin!’ Bir hisle, bir düşünceyle, bir kişiyle mücadeleye girilebilir. Her şey için mücadele edilebilir. Ancak başarılı olmak için önce kendisini sevmeli insan. Affedebilmeli herkesi ve her şeyi; barışabilmeli de herkesle ve her şeyle.

algı yanılgı – Ali Sencer Arslan

bencillik tırmansa gecenin sonuna
teğet geçtiğin bir yüreğe girmek
bir başkasına ait kalpte hak iddiası
girit’in açıklarında
gavdos’taki türkiye’den farksızdır


en büyük hatamız da
sahip olduğumuzu sanmaktır
aslında yaşatılan her şey
algı mühendisliğinin mükemmel bir
yeniden üretilmesidir

uyanılması gerekenden uyanmamış
bir toplum olarak biz
yirmi birinci yüzyıl yaşayanları
algılarımızı gerçekliğe teslim etmeliyiz
ama en tehlikelisi kendi kendine üretilmiş
umutlardır ki
kendi gerçeğimize sığınır
kitapları reddeder ve
ona taparız
kendi düşündüğümüz gerçeğe