Merhaba sevgili okurlarım, bu hafta sevgi üzerine güzel bir anlatı yapmayı planlıyordum. Erich Fromm’un ‘Sevme Sanatı’ kitabından alıntılar yapacaktım. Kitabı bulamadım… Kime verdiysem, geri istediğimi buradan duyuruyorum.

Oruç Aruoba, nadir bulunan modern Türk filozoflarından sayılabilir. Kendisi üzerine okumalara bir heveslenip bir ertelediğim ama hiçbir dönem hayatımdan çıkarmadığım bir yazar. ‘Oruç Aruoba – İle’ kitabından birkaç bölüm paylaşmak istiyorum, sizlerle.

“Karara varmak – karar nedir: ‘tamam / işte bu / bunu yapacağım … gibi bir şey.

Sevmek ile ‘karar vermek’ – ‘sevmeğe karar vermek’ – sana garip, hatta itici geliyordu, biliyorum; ama, ‘sevgi’yi ‘içine düşülen’, kişinin elinde olmayan bir şey olan ‘sevi’den ayırmanın başka yolu yok –

‘Aşk’, çünkü, önemsiz; giderek, değersiz birşeydir: kişinin ‘başına’, nedensizce; hatta nesnesizce ‘gelir’: neden şu kişiye aşık olmuşsunuzdur; kimdir, aşık olduğun – belirsizdir çünkü, yalnızca bir ‘etkilenim’, bir ‘tutku’dur – işte: bir tutulmuşluktur…

Sevgi ise dünyanın en önemli; giderek de (enderliğinden mi acaba – herhalde…) en değerli şeyidir – çünkü, kişinin bilinçle ve tam da belirli bir kişiye yönelik, bulunabileceği en yoğun ve en yalın – anlamlı; amaçlı * eylemidir.

Düşün: Sevgi, eylemdir.”  diyor, Oruç Aruoba.

Güzel yorumlarla, melankoliyi işleyerek mektup gibi olay olay bir yaşanmışlığı anlatıyor ve anlamlandırıyor. Tanımlar, felsefik yaklaşımlar… “Belki, Ustam’ın vurgulamaktan hoşlandığı gibi, ‘sevme’nin en temel anlamının ‘yeme’ olması, burada açıklık kazanıyor: ‘yemek’, işte, yiyenin yenileni kendine katması (‘asimilasyon’!) ise, ‘sevme’nin ilk yönelimi de bu, galiba…”

Oruç Aruoba’ya sözü bırakırsak yüzlerce alıntı yapacağım yer ortaya çıkacak…

Okullar açılıyor / açılacak… bunun etkilerini ilerleyen günlerde yazacağım. Bu haftalık yalnız bir edebiyat yürüsün Zonguldak’ın Kalemi’nde. Sevgili Cansu Varol sizlerle…

Bir Rica – Cansu Varol

Apartmanın kapısı arkamdan gürültüyle kapandı. Yüzüme vuran esinti tuzlu, sası… Balıkçı tezgâhları sokak boyunca dizilmiş. Pazar yerinin curcunası canlı, ağır kokuya karışmış… Kimseye görünmeden hızlıca geçsem… Omzumdaki çantaya iki elimle asılmış dimdik karşıya bakıyorum. Ha gayret az kaldı…

-          Günaydın Leyla kızım!

 Ah benim şansım…

-          Günaydın Halit Bey.

-          Balık lazım mı? Şahane palamudum var.

-          Yok, sağ olun, almayacağım.

 Sohbetin bittiğini umarak yoluma devam etmeye yeltendim.

-          Dur kızım dur. Benim sana bir diyeceğim daha vardı.

Hadi bakalım, çattık yine… Yaşlı adam, biraz da benim serin tavrımdan olacak, utana sıkıla yaklaştı.

-          Kızım, biliyorum işin başından aşkın ama benim bir yeğenim var geçen hafta İstanbul’dan geldi. Bir zaman yanımda kalacak.  Malum, burası küçük yer, eh ben de bir ihtiyar adamım… Demem o ki bizim yeğen epeyce sıkıldı.

Ne anlatıyordu bu adam? Baktım şöyle yalnız kaldı, böyle bunaldı diye anlatmaya devam ediyor, araya girdim.

-          Anlıyorum ama ben ne yapabilirim ki bu konuda?

-          Sen de yarı İstanbullu sayılırsın, hem de akransınız, anlarsın bizimkinin dilinden. Diyorum ki boş vakitlerinde arkadaşlık etseniz. Hem sana da değişiklik olur…

Bak bak… Değişiklik olurmuş. Alnımda ‘değişiklik aranıyor’ tabelası var herhalde! Ne desem, nasıl çıksam bu işin içinden…

-          Hay Allah, ben de şu ara epeyce yoğunum ama nasıl yapsak bilemedim…

Kibarlıktan kırılacağım yakında.

-          Ben sana numarasını vereyim de telefonuna yazıver istersen, vaktin olursa sana zahmet ararsın ha?

-          Peki, dedim.

Cebinden eski model, tuşlu telefonunu çıkardı. Bir eliyle telefonu tutarken diğer elinin işaret parmağıyla delecekmiş gibi tuşlara basıyordu. Nihayet numarayı buldu. Çabucak kaydettim. Hayırlı işler dileyip koşar adım ayrıldım sokaktan.

 Liman evime beş dakikalık yürüme mesafesinde. Sonunda kendimi denizin kollarına attım. Burası her şeyden uzaktır; kalabalık, gürültü, sıkıntı verici sosyal ilişkiler… Hepsi arkamda kaldı. Yalnızca balıkçı tekneleri ve yosunlu, bulanık, neredeyse rahatsız edici deniz kokusu var. Kokuyu ciğerlerime çektim. Dergiye bu ayki köşem için ne göndereceğimi düşünüyorum. Elim boş, aklım boş. Buraya gelmiş ilham bekliyorum, iş olsun. İlham eline kâğıt kalem almadan gelirmiş gibi; suya bakıp, kayığa bakıp, insana bakıp görülürmüş gibi…

 Nefretim kabardı. Son teslim tarihi denen şeyin karnımı buran, nefesimi daraltan, aklımı sıkıştıran yükünden hiç kurtulamayacağım. Çevremdeki yaşam dolu insanlar hatırıma geliyor. Şimdi iki nefret zihnimde yarışıyor; kaygı verici işlerden mi daha çok nefret ediyorum yoksa bu kaygılarla kolayca baş edebilen mutlu insanlardan mı?

Liman boyunca yürürken aklım biraz önce başıma sarılan dertle yoğruluyor. Bunca iş arasında bir de görücü usulü arkadaşlıkla uğraşacağım. İçim sıkıldı. Buraya da sığamadım. Eve dönsem? Pazar toplanana dek dönemem; Halit Bey’le karşılaşmak istemiyorum. Hava serinledi. Annem hatırlatmadığından beri kansızlık ilaçlarımı almıyorum; üşüyorum. Sinemaya girip vakit geçirsem? Orada da boğulacak olurum. Limanın üst yolundaki kafelerden birinde oturmak en iyisi.

Kafelerden en az popüler olanına girdim. İki masada birer çift oturuyor, bir masada yaşlı bir adam gazete okuyor. Hem sıcak hem de uzak bir köşe aradı gözlerim. Buldum. Oturup bir büyük çay ısmarladım. Çantamdan bilgisayarımı çıkardım. Ellerim klavyenin üzerinde, rastgele kelimeler yazıp siliyorum. Zihnim bembeyaz bir levha… Canım yazmak istemiyor. Yazmıyorsan oku, madem. Çantamda bir tek çizgi roman var. Çayım geldi. Bedenim ısınırken Düşler Kralı’nın öyküsüne dalıyorum…

Kötü çay üstüne kötü çay içtim. Gün batmış. Karnım acıktı ama burada bir şey yenmez. Hesabı istedim. Pazar toplanmıştır. Dışarısı sonbahar ayazı… Eve doğru ağır ağır yürüyorum. Caddede küçük şehirlere has akşam sakinliği var. Kaldırımlarda tek tük insanlar… Tanıdık görmek her zaman yüksek ihtimaldir. Montumun yakasını kaldırıp başımı eğiyorum. Evimin sokağında sabahın cümbüşünden eser yok. Canıma minnet.

Ev sıcak. Üzerimdekilerden çabucak kurtuldum. Şu sütyen denen şeyi çıkarmanın verdiği özgürlük hissi bir atın üzerinde dörtnala koşmaya eş olsa gerek. Yemeğim yok. Yapasım da yok. Yine kahvaltıya talim… Dolapta yumurta olacaktı. Tereyağı da varmış. Yağı tavada kızdırdım. Babamın sesi kulağıma çarptı. “Bekle kızım, yağ iyice yansın.” Babam karası çıkana kadar kızmış severdi tereyağını. Ben yanık sevmem, hem sağlıklı değil. Yumurtaları kırdım. Yerli yersiz karıştırdığım için şekilsiz oldu yine. Tepsiyi çıkardım. Yumurtayı aktardığım tabağın kenarına biraz peynir koydum. Dolapta buz gibi ekmek var. Bayat değil, yalnızca soğuk. Buzdolabına koyunca küflenmiyor; annemden kalma bir alışkanlık bu. Dışarıda bıraksam üç günde çöpe gidecek. Benim çok umurumda olmaz ancak annem bu konuyu önemsiyordu.

Tepsiyi alıp salona geçtim. Çişimi tuttuğumu fark ettim. İdrar kesem karnıma baskı yaparken asla yemek yiyemem. Beynim hep de yemeğe oturacağım sırada yapar bunun kontrolünü. Tuvaletten çıkınca lavanta kokulu katı sabunla elimi yıkadım. Annem sıvı sabun almazdı eve; ben de almıyorum. İyice soğumadan hızlıca yedim yumurtayı. Bir yandan mesajlarımı kontrol ediyorum. Ofisten mesaj gelmiş, bu ayki yazıyı bekliyorlar. Cevap yazmadım. Halit Bey’in yeğeni aklıma geldi. Arayacak değilim. Aşağıda her gün pazar kuruluyor. Balık mevsimi bitene dek evden çıkmasam?

Dergiye ne yazacağım düşüncesi içimi daraltıyor. Televizyonu açtım. Kanalları geziyorum. Haber kanallarında ne vasıfla oraya oturtulduğunu anlamadığım adamlar aptal gibi bağırıp duruyor. Babam uyumadığı ve çalışmadığı her an haber programı izlerdi. Benim sinirlerim dayanmıyor; babamın sinirleri epeyce sağlamdı. Dizilerde entrika peşinde koşan iyi giyimli kadınlarla, beyinsiz birer kas yığını gibi ortalıkta dolanan zengin erkekler var; tüm bu insanlar ağlıyorlar, dövüyorlar ya da ahkâm kesiyorlar. Şimdi çatlayacağım. Televizyonu kapattım. Çalışma masama oturup bilgisayarımı açtım. Televizyon hakkında yazsam? Bravo Leyla, çok yaratıcı bir konu; milyonlarca kez söylenmiş şeyleri farklı cümlelerle sen de söyleyince dünya kesinlikle daha güzel bir yer olur. İyi de yazmak dediğimiz iş aşağı yukarı böyle bir şey değil mi? Bunu editörüne anlatırsın…

Sabah elimde ve aklımda hiçbir şey olmadığı halde uyandım. Kaçtığım sorumlulukların yüküyle yataktan kalkmayı öğlene dek erteledim. Artık yatakta pelte halini almıştım ki yorganı üzerimden atıp ayağa kalktım. Çabucak vazgeçtim her şeyden. Kovsunlar beni. Dergiye yazmasam ne çıkar? Hayatımın tatsızlığını ağzımda hissettim. Evde sanki ölü toprağı var. Dışarı çıkıp güzel bir kahvaltı yapayım. Çıkamam, Halit Bey sıkıştıracak… Öyleyse yorganın altına girip saklanacağım, her şey geçip gidene dek...

Birlikte – Ali Sencer Arslan

sana şiirler yazmak

aşağılamak olur seni

sen içimde en söylenmemiş söz olarak

saklanırken

sen bir imge gibi büyürken gözlerimde

hayır sana yazmayacağım

yüzünü okşayacağım

dudaklarını koklatacaksın bana

boynuma doğru üfürdüğün hayat

köprücük kemiğimdeki çukurda

yeni hayatlar saklayacak

seni kalbimde taşıyamam

dokuz yüz kırkbeş berlin

mayıs’ı kalbim

çok ihanet çok acı

çok terkediş çok başlangıç

çok son

başka ihanetlere yerim yok

başka başlangıçlara sonu belli

korkarım seni kalbimde taşıyamam

çünkü hiç gelmedin

çünkü gitmeni hiç istemiyorum

o yüzden seni kalbimde taşıyamam

boynumdaki nefesinle omzuma saklanan

hayatları çala çala yaşayacağız

birlikte

tüm dünyevi yüklerim omzumda

duygularımı da omzumda taşıyorum

ben nereye onlar oraya

senin yerin saklı hayatların en ağırı

tek başıma taşımama izin verme

saklanan yerimin altında ol

çok çok yaşayalım işte

birlikte