Merhaba , değerli okurlarım. Yoğunluk ve koşturmacayla zamanı akışı içinde takip ediyorum. Perşembe günü aslında ilk başlığımı yazmaya karar vermiştim. Zonguldak’ın Kalemi’ne kaldı, diyelim yine. Bu hafta sevgili Cansu’nun öyküsü bize eşlik edecek. Benim de bir şiirim… İyi okumalar.

Her Yerde Felaket! Sırada Ne Var?

Ülkenin güneyi başladı önce… binlerce can yandı. Sonra Batı’dan yükseldi dumanlar. Belki gidip gördüğümüz, toprağına basıp gölgesine sığındığımız topraklar belki de sadece fotoğraflarına bakıp orada bulunmak istediğimiz yerler. Cennet vatanın, cenneti yandı! Akdeniz ve Ege’deki orman yangınlarında binlerce can zarar gördü. İnsanı hayvandan, doğadan ayırmak doğru değil bence bu durumlarda.

Arıların katkısı büyüktür dünya yaşamına, arıların bal yaptığı ağaçlar yanmadı mı? Telef olan arıların sayısını kolay kolay bulamayız. Geriye griye serpilmiş yeşiller kaldı. Orman nerede, diye bir soru olursa “yandı bitti, kül oldu” demek yanlış olmayacak.

Ciğerlerimiz yanarken yağmur duasına çıktık. Dua kabul oldu da konumu hatalı olmuş gibi… Güney ve Batı’da yangın, Kuzey’de sel… İnsanların doğrudan büyük kayıplar verdiği bir felaket; sel felaketi…

Bu memleketin insanı, çevre illerle bağlıdır. Bartın, Kastamonu… ya kök oradadır ya da birçok akraba. Hepimizin canı yandı. Büyük iddialar var, resmi makamlar henüz bu konularda açıklama yapmadı ama sosyal medyaya yansıyan ve sahadaki arkadaşlardan edindiğimiz bilgiler kan dondurucu, nefes almayı bile zorlaştırıcı bile diyebilirim.  

Ne diyorduk? Güneyde, batıda yangın; kuzeyde Bartın’da Kastamonu’da Sinop’ta sel… Doğusunda da mülteci sorunu… Akın akın gelen, gönderilen Afgan mülteciler….

Henüz bilinmiyor, düzensiz bir göç dalgası mı yoksa ciddi bir mülteci göçü mü olacak? Eldeki veriler bunu söylemek için yetersiz diyor uzmanlar. Bakacağız, Suriyeliler yıllardır bizimle yaşıyor. Kimisi düzenini kurdu, adapte oldu; elbette kültürel farklar var, görgü farkı var.

Sosyal gelişmişlik başka şey… Daha kontrollü olmak, eğitimi önceliklendirmek şart. Kimisi sosyal hayata entegre olurken kimisi bunun dışında kaldı. Dışında kalan da toplumsal anlamda sorunlar yaratabiliyor. İki işsiz karşı karşıya geldiğinde, biri Türk biri Suriyeli; orada bir sorun çıkacak / çıktı. Yabancı düşmanlığı ekonomik şartlar kötüye giderken daha da yükselir. Kaynak paylaşımındaki sorunlar toplumsal olarak yabancı düşmanlığını tetikleyebilir. 

Güneyde ve batıda yangın, kuzeyde sel, doğuda göç… Neresi kaldı, iç kesimler.

Ülkenin ortasında, Ankara’da infial mi demeliyiz, toplumun patlaması mı? Çorum veya Maraş katliamı gibi bir başka girişim mi? Bilemiyorum… Ankara’da bir genç öldürüldü. 18 yaşında bir Türk genci ve faili mülteciydi. Mahalleli isyan etti. Başkent sokakları savaş alanına döndü, demek abartı olmayacak. Oradan yansıyan görüntüler çok korkutucuydu. Savaş çıkmış gibiydi… Hassas bir konu ve çok dikkatli olunmalı. Herkesin yaşam hakkına saygı duyarak, belki biraz daha kontrolle… Umarım büyük meseleler yaşanmaz.

Ülkenin her yerinde bir felaket yaşanıyor kısaca. Yangını, seli, göçmeni, mültecisi, toplumsal nefretin yükselmesi… Kuru yer mi bırakıyor birileri yoksa iklim değişiklikleri, sosyal yapı değişiklikleri, ekonomik değişiklikler bir toplumsal kırılma mı önümüze koyuyor?

Bunca acı varken, henüz yaralar kanarken korkarak bekliyoruz, sırada ne var? Ne yaşayacağız, neye ağlayacağız? Her an tetikte bekliyoruz. Umarım bugünleri hızla geride bırakır, huzur dolu yaşarız.

Sözü çok uzattım… Affola! Sözü artık Cansu’ya bırakıyorum.

Mükemmel Bir Gün – Cansu Varol

Serbest çağrışım. Bu iki kelime zihnimde dönüp duruyor. Her şeyin bir musikisi olmalı diyorum kendime. Resmin, şiirin, edebiyatın… Hatta yürümek bile kulağa hoş gelmeli. “Bilinçaltının da musikisi olur mu?” diye sormuştu bana o akşam. Durup düşünmüştüm, epeyce bir sessizlikten sonra da “Elbette.” demiştim. İnanmaz gözlerle bakmıştı. Kınamıştı belki içinden. Konuşmayı daha fazla uzatma gereği duymamış, puslu camekânın dışına, benden çok uzağa çevirmişti bakışını.

Ayakkabılarımın bağcıklarını hızlı hızlı bağladım. Bağlamak denmez benimkine. Savaş verdim bağcıklarla- bu benzetmeyi o yapmıştı. Kapıyı çekip kilitledim. Merdivenleri koşar adım indim. Bu şehrin sokaklarına adım attığım anda kendimi bir küçük şehir insanı gibi düşünmeye uğraşırım. Küçük şehir insanının neye benzediğini ondan öğrenmiştim. Derin bir nefes aldım; egzoz, sokaktaki pastanenin yağlı kokusu, çeşitli insan kokuları ve biraz oksijen. Bu havanın temizliği benim sigarayla eskimiş ciğerlerime fazla bile. Şimdi bir küçük şehir insanı gibi yürüyeceğim yol boyu. Çarşıya ineceğim, belki. Beşiktaş’a değil, Kadıköy’e değil. Çarşıya geçeceğim işte. Sahile uğrarım oradan. Adı da sahil olur, liman olur. Ne de olsa en fazla bir tane bulunacak her şeyden. Çarşıdaki işlerimi halledince şehrin en temiz lokantasında- ondan da muhakkak bir tane bulunacak- bir şeyler atıştıracağım. Sonra… Sonra onu düşünerek, iki elim iki cebimde, eve döneceğim. Dedim ya, küçük şehir insanının neye benzediğini ondan öğrendim, onun cümleleriyle hayal ettim, onun anlattığı kadarıyla kabul ettim.

Sabahın bu saatlerinde sokakta işine geç kalanlar, kamuda görülecek işi olanlar ve aylaklar bulunur. Caddeye çıktım. Karşı kaldırıma geçtim. Her zaman oturduğum kahve dükkânına girip başımla selam verdim. “Hoş geldiniz.” dedi dükkân sahibi kadın. Karton bardakta filtre kahve sipariş edip beklemeye başladım. Bu bekleyiş bana hep sıkıntı vermiştir. Her an bozulmaya müsait bir sessizlik. Kadın konuşmaya başlarsa susmayacak- kelimeleri asgari miktarda kullanıyorum ki sohbet konusu çıkmasın. Unutmadan, “Ekstra sıcak olsun.”

Maçka Parkı tenha. Ee, hani çarşıya inecektik? Çarşıya inecek olan ben değilim; küçük şehir insanı. Ben Maçka Parkı’nda oturup yol boyunca soğumuş filtre kahvesini içecek olan büyükşehir insanıyım. Parkın üst tarafındaki kafeteryanın sahibi muhtemelen büyük bir hizmet yaptığını düşünerek bir ses sistemi kurmuş. Bulabildiğim en uzak köşeye, çimlerin üzerine oturdum. Bir sigara yaktım. Toprakta sabah saatlerinin hafif nemliliği var. Saçma sapan şarkıların duyulmadığı tek bir ağaç altı yok. Musiki diyorduk, önemli. O akşam, ön cephesi camekânlı sergi salonunda da, bu musiki konusu pek önemliydi. Bir Tanguy tablosunun önündeydik.

“Serbest çağrışım bunun neresinde?” diye sormuştu.

“Eh, öyle iddia ediyorlar.” diye gevelemiştim.

“Kompozisyonu filan olan bir tablo bildiğin, zorlasam şekillere anlam bile verebilirim. Bu biraz planlı bir serbest çağrışım olmuyor mu?”

“Zaten Freud’un peşinden giderek gayet planlı çalışmışlar. Fena mı işte, bir musikisi var.”

“Sürrealizm işi bana pek samimi gelmedi. Ben Dada taraftarıyım.”

“İyi de aralarında bir yarış olduğunu nereden çıkardın?” dediğim anda pişman olmuştum. Omuz silkmişti. Meselenin onu böyle öfkelendirmesine anlam verememiştim.

“Ben pek anlamam.” demişti sonra. “Taşralıyım ne de olsa.”

İşin aslı Refhan munistir. Ne var ki o akşam, o sergi salonunda hiç olmadığı kadar aksiydi. Soğumuş kahvemin son yudumunu içtim. Tek hamlede kalkayım derken şekilden şekle girip etrafa rezil oldum. Etraf dediğim; spor yapan birkaç kişi ve az ötede oturan genç bir çift. Biz de böyle otururduk Refhan’la burada. O düzgün bir örtü alırdı evden çıkarken; güzel elbiseleri toz toprak olsun istemezdi. Pantolonumun arka taraflarına elimi vurdum, muhtemel toprak dökülsün diye. Refhan diyordum, kahveyi de evde yapar, termosa doldururdu. Saatlerce oturur sohbet ederdik. Sohbet dediysem; o anlatırdı, ben dinlerdim. Kestane rengi dalgalı saçları omuzlarına dökülürdü. Gözleri neşeyle parlardı. Sesi ince, sözü nazikti. Onun yanında kendimi büsbütün kaba hissederdim. O akşam hariç. Sergi salonunun önünde buluştuğumuzda Refhan’ın biçimli yüzünde tatsız bir gölge görmüştüm. Üşümüştü; kabanına iyice sarılmıştı. Papatya desenli elbisesinin etekleri kırışmıştı. Adımları saatlerce yürümüş gibi savsaktı. “Biraz dolaştım.” demişti soran bakışlarıma karşılık. İçeri girmiştik.

Süleyman Seba Caddesi üzerinden Beşiktaş’a ineceğim. Cadde boyunca pek çok sanat galerisi var. Hepsi de bana o akşamı hatırlatıyor. Sergi salonunun önünde sigaramı yakmıştım. Refhan gecikeceğini bildiren bir mesaj göndermişti. İçimde kötü bir his vardı demeyeceğim; benim içimde daima kötü şeyler olacağına dair bir his vardır. Hava bahar ayazıydı. İş yerinde mesaiye kalmış, oradan da doğruca sergiye gelmiştim. Refhan eve uğramış olmalı, diye düşünmüştüm. İçerisi kalabalıktı. Açılış kokteyli veriliyordu. Benim üniversite yıllarından gelen bir merakım vardır sanata. Refhan ise resim yapardı ancak son zamanlarda bu uğraşından giderek uzaklaştığını o akşam sergi salonunun önünde onu beklerken fark etmiştim. Sigaramın dumanına bakarken öylece, birdenbire aklıma düşmüştü bu tespit. Üzerinde durmamıştım.

Ihlamurdere kalabalık olmaya başlamış. Hızlıca işlerimi halledip eve döneceğim. İş dediğim de markete ve kasaba uğramaktan fazlası değil. Marketin süt reyonunda Refhan’ın içtiği süt markasını görünce o lanetli günün erken saatleri aklıma geldi. İşe gidecektik. Refhan ocağın başında yulaf lapası pişiriyordu. Beslenmesine özen gösterir, öğünlerini geçiştirmezdi. Bense çoğu zaman sigara ve kahveyle beslenirdim. Üzerine papatya desenli siyah bir elbise giymişti. Saçlarını olduğu gibi bırakmış, yüzüne hafif bir makyaj yapmıştı. Çok güzeldi. Çok dalgındı; birkaç gündür, birkaç haftadır, birkaç aydır. O sabah fark etmiştim; öylece, birdenbire.

Serbest çağrışım. Kasaptan çıkıp eve dönerken Refhan’la ilgili fark etmekte geç kaldığım pek çok şeyi düşündüm. Onu ilk tanıdığım zamanki neşesini, hüznünü, coşkusunu. Coşkusunu. Doğru ya, Refhan’ın bir coşkusu vardı. Her duyguyu coşkuyla yaşardı; bir küçük şehir insanı gibi. Sonra neden bilmem, coşkusu giderek azaldı; sevinçleri daha sıradan, üzüntüsü daha yavan, neşesi daha oturaklı bir hal aldı. Refhan bana benzedi. Ben ona hiç benzeyemedim. Ne çok şeyi gözden kaçırmıştım onunla ilgili. Fark etmekte geç kalmadığım tek şeyse o akşam yüzüne düşmüş olan gölgeydi- yeniydi.

“Geç oldu.” demiştim, sergiyi dolaşmayı henüz bitirmişken. “Eve dönelim mi?”

Yüzüme uzun uzun bakmıştı. “Bilinçaltının da musikisi olur mu?” diye sormuştu bir anda. Durup düşünmüştüm, epeyce bir sessizliğin ardından da “Elbette.” demiştim. İnanmaz bir ifadeyle önce yüzüme sonra camekânın ötesine, dışarıya bakmıştı gözleri. Ardından kapıya doğru yürümüştü ve çıkmıştı- hayatımdan.

Yok’lar Rejimi – Ali Sencer Arslan

aşkımızı dikmek için göğe

kaç tanrı reddedilmeli

kaç pazar ağlamalı

kendi zamanımızı kendimize sürdürmeliyiz

mesai yalan beş vakit yok

sen varsın ben varım sen yoksun

sen varsın sen yoksun öğrencilik var

o var tanrı var pazar yok

zaman yok –müsait değilmiş- gök yok

güneş’in dikildiği ve ay’la gelenekçi

bir yönetim paylaşım rejiminin olduğu

gök var

bize gök yok

bize aşk yok

işimiz gücümüz var

bize yer yok