Batı Karadeniz Doğa Tarihi Müzesi

Değerli okurlarım, bu haftaki yazımda Doğa Tarihi Müzeciğinden bahsetmek istiyorum. 2014 yılında Zonguldak’ta üniversitede göreve başlamadan önce, Maden Tetkik Arama (MTA) Genel Müdürlüğünde görev yapıyordum. MTA’daki iş hayatım sırasında bilimi topluma anlatmaya yönelik en önemli deneyimlerimi MTA Tabiat Tarihi Müzesinde yaşadım. Türkiye’nin ilk doğa tarihi müzesi olan MTA Müzesinin geçmişi 60’lı yılların ortalarına dayanır. 1965-1967 yılları arasında zamanının Genel Direktörü Sadrettin Alpan’ın emriyle kurulan MTA müzesinin ilk yeri şimdiki genel müdürlük binasındaydı. Binanın iki katındaki koridorlardaki boşluklar ve duvarlar, alan sergiler şeklinde düzenlenmişti. Müze o günkü ‘Müze İcra Kurulu’ üyeleri ile çalışanların büyük özverileri ve çalışmalarıyla hazırlanmış ve 7 Şubat 1968 tarihinde ise ziyarete açılmıştı. MTA Tabiat Tarihi Müzesi 2002 yılına kadar aktif olarak hizmet etti. Benim gibi çocukluğunda müzeyi görme fırsatı bulanların akıllarında kalan en dikkat çekici malzeme ise, kapının girişinde sizi karşılayan yırtıcı bir dinozor türü Allosaurus’un birebir alçı kopyasıydı. Yine dev dünya maketi, ilk insana ait ayak izlerinin olduğu vitrinler ve 1969 yılında Ay’a seyahat etmiş Apollo gemisi tarafından getirilmiş ay taşı vitrini çocukluk yıllarımın en heyecan verici buluşması olarak zihnimde kalmıştı. Tabii yıllar sonra o müzede çalışacağımı ve hatta onların taşınması ve dizaynı sırasında görev alma fırsatı bulacağımı bilmeden.

İlerleyen yıllarda eski müzenin depolarında ve vitrinlerinde artan koleksiyonlar, modern dizaynlı yeni bir binanın yapımı ihtiyacını doğurmuştu. Bu amaçla yine MTA’nın bahçesinde yapılmaya başlayan yeni bina, örneklerin taşınması ve o günkü modern tasarımlarla yerleştirilmesi sonucu 29 Ekim 2004 tarihinde hizmete açılmıştı. İşte o taşınma ve yerleşme süreci hayatımın en heyecan verici deneyim ve öğrenme süreci oldu. 2002-2006 yılları arasında MTA Tabiat Tarihi Müzesinde Paleontoloji Birim Yöneticisi, 2010-2011 yılları arasında ise müze müdürü olarak görev yaptım. Özellikle 2002-2004 yılları arasında MTA müzesinin yeni binasına taşınma, yerleştirilmesi ve vitrinlerin dizaynı sırasında farklı meslek gruplarıyla çalışma ve edindiğim eşsiz deneyimlerime, 2010-2011 yılları arasında müzenin yönetimi ile 2004-2019 yılları arasında farklı zamanlarda yurtdışı müzelerde (Fransa, Avusturya, Macaristan, Hollanda, Almanya, Gürcistan gibi) araştırma ve çalışma deneyimlerimi de ekleyince, tasarım, sunum, laboratuvar, araştırma ve arşiv çalışmaları konularında epeyce yoğun bir bilgi dağarcığı oluşturdum. Bunların her birini anlatmak kitaplar dolusu yer tutar. Bu yüzden size burada sadece müzecilik konusunda çok kısa değineceğim. Ama şunu da söylemeliyim ki, tüm deneyim ve edindiğim bilgileri önümüzdeki süreçte okurlara sunmak üzere kitap olarak hazırlamaktayım.

Doğa Tarihi Müzeleri

Evrenimizi, güneş sistemimizi ve dünyamızı hep merak ederiz. Felsefi bakış açısıyla düşündüğümüzde bu konuda filozofların çok farklı düşünce akımları içerisinde görüş oluşturdukları bilinir. Tabii bu tartışmalar ve akıl yürütmeler insanın var olma ve varlığını anlama çabaları arasındadır. Ama maddesel yönden baktığımızda, merakın doğru cevaplarını pozitif bilimde aramak gerekir. Pozitif bilim denilince bilimsel bilgi, doğa bilimleri anlaşılmalıdır. Bu bağlamda, içinde bulunduğumuz doğaya yönelik sistemlerin oluşumlarından günümüze kadar geçirdiği tüm değişimler fizik, kimya, biyoloji ve jeoloji gibi ‘Doğa Bilimleri’ ile açıklanır.

Bu açıklamaları araştırma ve topluma anlatma şeklinde bünyelerinde işleyen bilim-toplum kuruluşları ise doğa tarihi müzeleridir. Doğa Tarihi Müzeleri denilince ilk önce hepimizin aklına mineral, kayaç, fosil gibi örneklerin saklandığı mekanlar gelir. Oysa günümüzdeki yeni müzecilik anlayışı çerçevesinde bu müzeler, dinamik ve sürekli değişim halinde olan, doğanın deneyimlenebildiği ve bilimin topluma anlatıldığı alanlardır. Bir binadan çok öte, bazen açık hava müzesi de bu kapsamda düşünülmelidir (Örneğin jeositler, jeolojik miraslar, Botanik bahçeleri gibi). Bu nedenle aslında Doğa Tarihi Müzelerinin kurulması ve yönetilmesi büyük sorumluluktur. Bu müzeler bir taraftan araştırma projelerini yürütür, kendisini geliştirir, eğitim verir, diğer taraftan da yaşanılan çevre ve doğaya ilişkin her konuda toplumu aydınlatarak bilinçlendirir. Bir başka deyişle doğa tarihi müzeleri ‘bir bina olmanın çok ötesinde’, her yaş ve eğitim düzeyine hitap edecek şekilde eğitim veren, yerel yönetimler, okullar, eğitmenler ve sivil toplum kuruluşlarıyla iletişim halinde olan kurumlar olmalıdır.

Avrupa’da Doğa Tarihi Müzeleri

Bugün, gelişmiş ülkelerdeki doğa tarihi müzelerinin geçmişi en az 400 yıl öncesine dayanır. Avrupa’daki ilk doğa tarihi müzesi İtalyan doğa bilimcisi Ulisse Aldrovandi tarafından (1522-1605) Bologna Üniversitesi’nin bünyesinde (İtalya) kuruldu. Aldrovandi aynı zamanda, üniversitenin bahçesine kurduğu ve müdürlüğünü yaptığı botanik bahçelerinin de ilk fikir babasıdır. Yine İsviçreli doğa bilimci Conrad Gessner (1516-1565) yine 16. yüzyılda Zürih’te bir doğa tarihi müzesi açılmıştır.

Paris Ulusal Doğa Tarihi Müzesi yaklaşık 2 km2 lik bir alana kurulmuş, planı 300 yıl kadar önce çizilmiş, yaklaşık 1500 personelin çalıştığı 14 bölümden oluşur. Aslında müze ve galerilerden oluşan kompleks bir birimdir. Paris doğa tarihi müzelerinin ilk kuruluşu 1635 yılına dayanır. Viyana Doğa Tarihi Müzesi, Avrupa’da aydınlanma çağı ile filizlenen bilimsel gelişmelere paralel olarak, “Doğa Tarihi Müzeciliği” anlayışını 250 yıl önce benimsemiş bir kurumdur. Müzenin kuruluşu İmparatoriçe Maria Theresia’nın (1717-1780) eşi İmparator Franz I. Stephan von Lothringen’in emriyle 1748 yılında Floransalı Johann Ritter von Baillou’nun 30.000 parçalık doğa tarihi koleksiyonunun satın alınmasına dayanır. 1876 yılında koleksiyonların tümünü imparatorluktan bağımsız olarak yönetilmesine karar verilen Viyana Doğa Tarihi müzesine devredilmiştir. 1876 yılından beri kullanılan ve görkemli bir mimariye sahip olan müzenin açılışı, 1889 yılında imparator Franz Joseph tarafından yapılmıştır.

Görüldüğü gibi bu müzelerde bilim ve bilim tarihi iç içedir. Bugün ise aynı mekanlarda “çağdaş müzecilik” anlayışını benimsemişlerdir. Bilimsel araştırmalarını sürdürürken doğal süreçleri her yönüyle işleyerek kendi toplumlarına tanıtırlar.

Ülkemizde durum

Ülkemizde bu müzelerin sayıları oldukça az ve kapsamları sınırlıdır. Yine de tüm girişim ve çabaları takdir etmek ve desteklemek gerekir. Her birinin ayrı önemi ve değeri vardır. Esasında ülkemizin olabildiğince çok, nitelikli, Araştırma Merkezi olarak da görev yapan Doğa Tarihi Müzelerine gereksinimi vardır. Yurtdışındaki örneklerine benzer yapıda bu tip müze ve uygulama merkezlerine sahip olmamız gerektiği uzun yıllardır bu konuya gönül vermiş uzmanlarca vurgulanmaktadır. Böyle müzeler ülkemize özgü değerlerin, canlı ve cansız bitki ve hayvan örneklerinin, sistematik olarak sınıflandırılmış koleksiyonların bilimsel koşullar altında nesiller boyu korunarak saklandığı; araştırma projeleri ile birlikte eğitimin her alanında işbirliklerinin yapıldığı, yürütüldüğü, okul öncesinden lisans sonrası döneme kadar farklı kademelerdeki eğitime destek olunabilen ortamlar olmalıdır. Gerektiğinde kendisi de eğitim veren, kendi arşiv, kütüphane ve koleksiyonları ile araştırmacılara hizmet verebilen, çeşitli yöntemlerle doğanın halka popüler bir dilde anlatılabildiği, bünyesinde farklı disiplin ve konuları barındıran, jeologların, biyologların, paleoantropologların, mineralogların ve burada daha sayamadığımız uzmanlık gerektiren pek çok alanda çalışan araştırmacıların istihdam edildiği, ulusal nitelikte bir kurum olmalıdır. Hatta böyle bir müze, son yıllarda ülkemizde gittikçe popülaritesini yitiren Doğa Bilimlerinin çeşitli dallarında uzmanlaşmış veya uzmanlaşmak isteyen araştırmacılar için de araştırma uygulama yapma olanağı da sağlanmalıdır. Bu müzeler periyodik olarak seminer, konferans ve kurslar düzenlemelidir. Bu tip kurumların oluşturulması, var olanların yeniden yapılandırılması için uygulanacak en iyi yöntemlerden biri de, gelişmiş ülkelerdeki Doğa Tarihi Müzelerinin hiyerarşik ve kurumsal yapılarının incelenmesi ve bunların ülkemizin koşulları çerçevesinde uyarlanması olabilir.

Gelmiş geçmiş en büyük yok olma dönemindeyiz

Yerküremiz jeolojik geçmişinde defalarca yok oluşlar yaşadı. 180 milyon yıl boyunca hüküm süren dinozorlar, yaklaşık 65-66 milyon yıl önce 60.000 yıl gibi jeolojik anlamda çok kısa bir sürede ortadan kalktı. Bugün ise yeryüzünde her yıl yaklaşık 40.000 kadar türün yok olduğu tahmin ediliyor. Dünya üzerinde yaklaşık 25 milyon kadar türün yaşadığı kabul edilirse, bu hız bir kaç yüzyıl içerisinde bu türlerin çoğunun ortadan kalkmasına sebep olabilir. Bu da şu demektir: Bulunduğumuz çağda gelmiş geçmiş en büyük yok oluş krizlerinden birinin içinde yaşamaktayız.

Esasında iyi bilinmelidir ki, insanlığın bilgiye ve doğa kültürüne gereksinimi her geçen gün daha da artıyor. Küresel iklim değişikliği ile hızla değişmekte olan dünyamızda bu gereksinim kuşkusuz gelecek yıllarda daha da artacak.

Doğa tarihi müzelerinin sorumlukları nelerdir?

Doğa tarihi müzeleri görsel, bilimsel ve kültürel birikimlerin bütünleştiği merkezlerdir.

Yerel ölçekten bölgesele, Yerküremizin doğasını tanımayı ve geçmişten günümüze geçirdiği süreçleri anlamamızı sağlar.

Doğal ve ekonomik kaynakları, biyoçeşitliliği, ekosistemleri çevre bilinci içerisinde toplumun anlayabileceği bir dile anlatır.

Anlatılanların öğrenilebilmesi ve sorgulanabilmesine yardımcı olur.

Zonguldak’a bir Doğa Tarihi Müzesi neden kurulmalı?

Bu tip müzelerin kuruluşunun ya da var olanların geliştirilmesinin gecikmesi, bizleri geçmişten günümüze miras kalan jeolojik ve doğal değerlerimizin kaybı sorunuyla baş başa bırakacak. Yaşadığımız ülkenin doğasına ve yerküremizin sistemlerinden kaynaklanan olaylara yabancı nesillerin yetişmesi, ileriki kuşakların olaylar karşısında bilgisiz, çaresiz ve aciz kalmaya devam etmesine neden olacak. Yine bir gün ülkemize özgü endemik bitki, hayvan türleri ile beraber genetik çeşitliliğin azalması ya da bir gün tamamen yok olması tehlikeleri de göz ardı edilmemeli.

Yaşadığımız gezegenin kaderini ele geçirmiş bir tür olarak, biz insanlar birey olarak daha fazla sorumluluk üstlenmeli ve doğrusu yaşadığımız ülkeyle beraber gezegenimizi de her yönüyle daha iyi tanımalıyız. Doğa tarihi müzeleri ise bu anlamda en az okullar kadar gerekli kurumlardır.

Yukarıda anlattığım tüm unsurlar ve jeolojik, ekolojik, biyolojik, arkeolojik, kültürel değerler açısından bakıldığında, Zonguldak ili ulusal ve uluslararası düzeyde ses getirecek bir ‘Batı Karadeniz Doğa Tarihi Müzesi’nin kurulması için en uygun yerdir. Böyle bir müze kurulursa ve hatta önceki yazımda da ayrıntılı olarak bahsettiğim gibi bir jeopark ile birlikte yönetilirse, hem yerel ekonomik kalkınma ve turizm adına büyük bir destek, hem de bölgesel ölçekte tanıtım adına önemli bir atılım olur.