Alo alo, dikkat dikkat, bu akşam Site sinemasında, senenin en muazzam filmi: Susuz Yaz. Başrollerde Erol Taş, Hülya Koçyiğit. Saat sekiz otuzda, Site sinemasında. Alo alo, dikkat dikkat...

Yıl 1968-69, bizim Site açık hava sinemasında her akşam izlediğimiz başka başka filmlerden birini daha anons ediyorlar teneke megafonla.

Zamanın ergenleri olarak, ne filmin Türk sinemasının en büyük filmlerinden biri olduğundan, ne filme senaryo olan kitaptan, ne yazarı Necati Cumalı’dan ne de yönetmen Metin Erksan’dan haberimiz var.

Aklımız başka yerde. Geçen gün, Ayşecik Şeytan Çekici filminde yan sıradan bana bir kere bakan İstanbul’dan gelmiş o kıvırcık saçlı kız bu akşam da gelir mi acaba? Belki de gitmiştir, ne bileyim.

Film, insan dahil herşeyin ve suyun da sadece gücü elinde tutana ait olduğu feodal yapının, geçen yüzyılı da çıkarmaya niyetli olduğu bir coğrafyada geçiyor.

Türk sinemasının temel taşlarından biri olan dev aktör Erol Taş’ın, “kötü adam” rolleriyle seyircinin nefretini bu derecede kazanabilmesinin tek nedeni onun sanatına olan saygısıydı. Bu filmde onu hayat verdiği rolde bir kere daha nefretle (tabiki çok sonra saygıyla) izlemiştik.

Erol Taş filmde canlandırdığı Osman karakteriyle; bence insan doğasına aykırı da olsa, feodal yapının gereği, belki de ayakta kalmanın zorunlu şartı olduğu kötülüğün, aslında kapitalist sistemin toplumların yapılarında yarattığı deformasyonun ve doğada neden olduğu yıkımın yanında ne kadar masum kaldığını düşünebilir miydi acaba?

Sonuçta o kötü adamdı ve bir gün onunla birlikte yaptığı kötülükler de ortadan kalkabilirdi. El koyduğu su en sonunda tüm köylüler tarafından yeniden ortak bir şekilde paylaşılabilirdi.

Sularımızı kirletenlere dur ihtarı

Peki, dünyayı 350 yıldır avucunda tutan kapitalist sistemin, eğer tamamen ortadan kaldırılmaz ya da en azından dizginlenmezse gelecekte tüm dünyayı tamamen susuz bırakacağından haberimiz var mı? Diğer doğal felaketlerden söz etmiyorum bile.

Dedim ya, insan doğası iyidir, daima iyiye gider. Bu bağlamda insan kaynaklı ekosistem tahribatının iklimi geri dönülmez bir biçimde bozma sürecinde olduğu gerçeği fark edilince atmosferdeki sera gazı oranlarını düşürmek ve bunların olumsuz etkilerini en aza indirmek hedefli organizasyonlar ortaya çıktı.

İlkin 1992’de Rio’da, peşinden 1997’de Kyoto’da ve son olarak 2015’de Paris’te toplanan ülkeler, küresel ısınmayı tetikleyen karbon salımını sınırlayarak, yaklaşan felaketi önlemeye yönelik kararlar aldılar.

Bu kararların özü; madde bağımlısı ve takıntılı bir şizofren gibi sürekli büyümeye muhtaç ama büyüdükçe bu adaletsiz sistemi de güçlendiren insanlık dışı mevcut yapının sonsuza kadar gidemeyeceğini tüm dünyaya anlatmaktı. Aslında böylelikle sistemi yeniden yüzer durumda tutmaktı katılımcıların amacı.

Dünyanın ateşi yükselirse

Bilim insanları ise şimdilik sadece yeryüzünü, fırsatını bulduğunda tüm evreni iliğine kadar sömürmek için organize olan finans-kapitalin güdümünde bulunan dünyayı uyarıp yaklaşan felaketi önlemek için çırpınıyorlardı. Çünkü yaptıkları hesaplara göre; ortalama sıcaklığın sadece 2 derece artması halinde meydana gelecek iklim değişikliği ile kutuplardaki buzulların sürekli ve daha hızlı bir biçimde erimesi nedeniyle oluşacak deniz seviyesi yükselmesi, sel, taşkın, hortum, çığ, kuraklık, sıcak hava dalgaları gibi anormal doğa olaylarından dolayı insanlık topyekûn yok olma riski ile karşı karşıya kalacaktı.

Yani “dünyanın ateşinin yükselmesi” anlamına gelen 2 derece konusu bütün ulusların var oluşları hakkında en belirleyici etken olacaktı yakın gelecekte.

Malesef bu süreçte başta ABD ve kuyrukçuları olmak üzere, getirilen kısıtlamaları delmek için her ülke kendince çakallıklar üretmeye başladı. Böylece devletler, toplumlarının uygarlık seviyesine paralel olarak, kendi sanayisini sözde koruma amaçlı hilelerle süreci idare etmeye çalıştı.

Halbuki yapılması gereken çok net: Artık doğayı daha fazla kirletmeden, herkese yetecek kadar üretip, ihtiyacımız kadar tüketmeliyiz. Tüketmeden çok önce de adil ve dengeli paylaşımın formülünü bulup titizlikle uygulamalıyız. Daha fazla üretim değil daha sağlıklı üretimin hakça paylaşımını sağlayacak bir sistem inşası için çaba sarf etmeliyiz.

Biliyor musunuz, küresel sıcaklığın 1 derece yükselmesi bile salgın hastalıkların yayılma hızının %19 artmasına neden olduğuna dair bilimsel bulgular var. Küresel ısınmanın uzun vadede Covid-19 türevi yeni virüsleri ortaya çıkaracağı görüşü çok yaygın.

Torunlarımıza temiz bir dünya bırakalım

Bu arada paradoksal bir biçimde, pandeminin vurduğu dünya ekonomisindeki gerileme sayesinde dünyadaki tüm endüstri bölgelerinde hava kirliliği ve atmosfere karbon salımı azalmış, doğal yaşam birçok yerde canlanmaya başlamıştır. Buna da her şerde bir hayır vardır sözü yakışır sanıyorum.

Elbette bu düzelmeler geçicidir ve kapitalist sistemin oluşturduğu küresel tüketim formları ile buna bağlı olarak enerji ve üretim altyapısı değişmeden kalıcı bir iyileşmeden söz edilemez.

Şunu da ifade edeyim, bu yazı bir bilimsel makale değil; sadece insanoğlunu en zayıf yerinden, hırs ve arzularından, heves ve isteklerinden yakalayan; o nedenle de kendisine gönüllü köleliğe razı milyarlarca insanı adeta burunlarına taktığı halkayla istediği gibi çekip çeviren ve adına kapitalizm denen acımasız sistemin insanlığı nereye doğru sürüklediği konusunda düşündürebilmek amaçlı bir denemedir.

Bu arada kişisel su tasarrufu yöntemleri mutlaka yararlıdır ve toplumlara bunun eğitimi verilmelidir ama bu yeterli olamayacaktır. Bu gibi tedbirler sadece kafamızı suyun üstünde bir süre daha tutmaya yarar ama bizi boğulmaktan kurtaracak olan tek umut dünya çapında köklü bir ekonomik ve siyasi dönüşümdür bence.

Evet, gelecek kuşaklara temiz bir dünya bırakmak zorundayız, yoksa yattığımız yerde bizi bile rahat bırakmaz bu azgınlar. Zamanın “kötü adam”larını mumla aratır bugünün sırtlanları.

O yüzden, gönül rahatlığı ile bu dünyadan ayrılmak isteyen herkesin küresel ısınma ve iklim değişikliği konusunda duyarlı olması gerektiğini hatırlatmak isterim.

Farklı konularda yeniden görüşmek umuduyla, hoşçakalın, sağlıkla kalın.