Onlar ki üç arkadaştılar;
Çocuk denecek yaşta ölümü gördüler.
Zaman 40’lı yıllar; yer Zonguldak.
Dışarıda savaş, içeride savaşın rüzgarı.
Bir kıtlık ve yoksulluk ki artık o kadar olur.
Bir ince hastalık ki ölümün öteki adı.
Onlar ki üç arkadaştılar;
Hem ölmekten, hem yaşamaktan korktular
Ve onca karanlığın içinden
Yaşamın şiirini bulup bulup çıkardılar
Ve nasıl ölürse bir kelebek sessiz,
Birbiri ardına öyle öldüler.
Onlar ki üç arkadaştılar;
Rüştü Onur, Muzaffer Tayyip Uslu, Kemal Uluser;
Geldiler, çok az kaldılar, gittiler.

“İlkyaz Ölümleri” kitabında İrfan Yalçın, Zonguldaklı üç arkadaşı işte böyle anlatıyor. Pek çokları Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu adını Kelebeğin Rüyası filmi ile duydu. Film sonrası kitapları çıktı, şiirleri yabancı dillere çevrildi. Adları televizyon programlarında, gazete manşetlerinde anılır oldu… Rüştü Onur’un ardından yazdığı şiirinde ne diyordu Behçet Necatigil:

Bir şair yaşamıştı Zonguldak’ta
Adı Rüştü Onur’du
Bilseydi hatırlanacağını
Ölümünden sonra
Memnun olurdu.

6 Aralık 1944 Zonguldak Halkevi’nde Rüştü Onur için bir anma töreni düzenlenir. O gece de sahneye çıkan Muzaffer Tayyip Uslu arkadaşının ardından şunları söyler:
“Bizi şair yaptı Zonguldak; Rüştü Onur da, Kemal Uluser de, ben de bu şehre borçluyuz şairliğimizi. Onlar öldüler, mezarları şimdi çok uzakta. Ama biliyorum ki ayrılmak istemezlerdi bu şehirden ölseler de. İstemediğim gibi tıpkı benim. Nasıl desem bilmem ki, bu öyle bir gönül bağı ki, nereye gitsem ardımdan geliyor. Zonguldak gölgem ve ölümüm gibi…”

Bu sözleri söyleyen Muzaffer Tayyip Uslu Arnavut bir babanın İstanbul doğumlu oğlu olsa bile kısacık ömrünün yarısından fazlasını geçirdiği Zonguldak’ta yaşadıklarıyla, yazdıklarıyla Zonguldaklı şair olarak anılmış. Bu kentin insanı olmuştur. Hatta anma gecesinde yaptığı konuşma sonradan şiirinde de yer bulmuş..

Şimdi kime ve nasıl söylesem
Ayrılırken bu şehri sevdiğimi
Ben ki bahsetmiştim herkese
Canımın sıkıldığından
Bu küçük şehirde

Anca Zonguldaklı olup da yolu gurbete düşen anlar bu şiiri, içinde garip bir hüzünle, utançla kendini bulur bu mısralarda…

Biz yine hikayemize geri dönelim. Bu üç delikanlı Zonguldak’ta gece gündüz, yaz kış beraberdir. Genellikle İskele Parkı’nda buluşur, şiir üzerine sohbetlere dalarlarmış. Hatta bu akşamlara “Ahmet Hamdi Akşamları” adını takmışlar. Hepsinin en sevdiği şairmiş Ahmet Hamdi Tanpınar, biri bir şiirini okusa diğeri bir başka Ahmet Hamdi Tanpınar şiiri ile karşılık verirmiş. İşte bu akşamların birinde Çelikel Lisesi’nden hocaları Behçet Necatigil o zamanki soyadı ile Behçet Gönül de katılmış. Ama o akşam her zamankinin aksine, oldukça durgun ve dalgınmış. Hatta bu yüzden Muzaffer Tayyip hocasına takılmış.”Yoksa siz de birini mi düşünüyorsunuz Kemal gibi?” Behçet Hoca, “yok bir şey çocuklar” dese bile…Varmış!

Hikayenin gerisi edebiyat tarihinde pek bilinmedik bir sevdanın izlerini taşıyor. Çokca magazin içerse bile şimdiden affola diyerek Doğu Karaoğuz’un “Rüzgarın Getirdiği” isimli romanından kimi bölümleri paylaşmak isterim sizinle… Meraklısı Telgrafhane Yayınları’ndan çıkan romanı alır bulur, dahasını öğrenir. Benimki ağızlara bir kaşık bal çalmak olsun…

Mehmet Çelikel Lisesi 2-B sınıfında elma yanaklı genç bir kız vardı. Deli gibi şiir meraklısıydı, şiir de yazıyordu. Hatta arada yazdıklarını getirip hocasına gösterir, “Nasıl olmuş hocam?” derdi. Bu gidip gelmeler sırasında aralarındaki ilişkinin büyük bir aşka dönüşeceğini kimse bilemezdi o zamanlar. Kızın adı Nadide’ydi. Babası devlet memuruydu. Behçet Gönül ise Zonguldak’ta bir otel odasında kalan genç bir öğretmen, daha yeni mezun sayılırdı İstanbul Üniversitesi Edebiyat Bölümü’nden. İlk görev yeri Kars’tı, sonrasında Zonguldak’a atanmıştı. İlk başlarda bu şehrin havası mıdır bilinmez pek ısınamamıştı kente, hasta etmişti bu kent genç öğretmeni de… Ama yavaş yavaş Nadide’nin de etkisiyle midir nedir bilinmez alıştı. Sevmeye başladı hatta bu şehri.

Derken hiç beklenmedik bir şey olur, Nadide’nin mezun olduğu yaz babasının İstanbul’a tayini çıkar. Henüz birbirlerine tam manası ile açılamamışlardır bile ama Nadide de bu genç öğretmene karşı bir şeyler hissetmektedir.

Nadide ve ailesi Zonguldak’tan dumanları tütmekte olan ETRÜSK vapuruyla ayrılırken, limanda onları uğurlayan kalabalığın arasında bizim genç şairler ve hocaları da vardır. Uzaktan el sallar Behçet Gönül Nadide’sine…

Beni bir kıyıda bırakıp gittin…
Gittikçe uzaklaşan bir gemideydin.
Bir anda gözden kayboldun,
Simsiyah bir dumanın ardından.
Her zaman dumanlı, sisli,
Kasvetli bu şehirde
Öyle bir gönlümü açtın ki,
Nadide bir çiçeği sever gibi
Sevdirdin bana kendini.
Şimdiyse,
Uzaklarda kaybolan gemiden
Ve de senden
Geride simsiyah bir duman kaldı.
Bir de ben,
İskelede şaşkın bekleyen
Ve de ne yapacağını bilmeyen….

O iskelede günlerce şaşkın bekleyen sadece Behçet Gönül değildir. Malum bizim üç arkadaşın da genç yaşlarına rağmen büyük hayallleri vardır edebiyata dair, şiire dair. Ve o iskelede gelen gemileri, giden gemileri seyrederler sürekli. Hayaller kurarlar geleceğe dair, günlerce gecelerce! O liman onlar için başka dünyalara açılan bir kapıdır adeta…

Hani hikaye yarım kalmasın, merak edeniniz olduysa bir sene sonra Behçet Hoca İstanbul’a Pertevniyal Lisesi’ne tayin olur. Nadide’nin gidişi ile bazı şeyler dile dökülmüş ve mektuplar ile ilişkileri uzaktan uzağa devam etmiştir. Behçet Gönül Beşiktaş’ta Camgöz Sokak’ta bir ev kiralar. Nadide, o sıra Beşiktaş’ta bir işe girmiş, para kazanmaya başlamıştır. İki genç sevgili kavuşmuştur artık. Aileler uygun görür, kısa sürede nişanlanırlar. Her şey yoluna girmiştir sanki.

Sanki diyorum çünkü hikayenin bundan sonrası biraz acıklı. Nasıl olur neden olur bilinmez ama nişan bozulur. Sonrasında bu hikaye yıllarca üstü kapalı buruk bir aşk hikayesi olarak kalır. Pek bilinmez, anlatılmaz. O sene Nadide’nin babası tayin olmasa belki de Behçet Hoca ile öğrencisi mezuniyetten sonra nişanlanıp Zonguldak’ta evlenecekti. Behçet Hoca belki Zonguldak dışına hiç çıkmayacaktı. İstanbul’a tayinini istemeyecekti.Ve belki de bu Zonguldaklı üç şairin yanına bir dördüncü olarak eklenecek miydi? Bilinmez..

O gün o iskelede Behçet Hoca giden vapurun ardından el sallarken yanında olanlar aynı iskelede yıllarca giden gelen gemilere bakıp hayaller kuran üç arkadaştı demiştik. Hatta ne diyor Muzaffer Tayyip bir şiirinde:

Siz bakmayın bana
Ben şairim
Denizin üstünde yürüyebilirim
Islık çalarak
Hatta ellerim cebimde bir de sigara bulunsun
İsterseniz ağzımda

Geçtiğimiz günlerde Zonguldak Tema İl Temsilcisi ve 67’liler Platformu kurucularından Berran Aydan’ın önerisi ile gündeme gelen Zonguldaklı iki şairin heykellerinin liman içinde bir alana yapılması fikri işte bana bunları düşündürdü… Ben bir adım daha öteye gidip iki değil, üç kişinin heykelinin birlikte bir kompozisyon içinde yer alması gerektiğine inanıyorum. Onlar ki üç arkadaştılar, Rüştü Onur, Muzaffer Tayyip Uslu ve Kemal Uluser…

Hatta daha da ileri gideyim bu bir bakıma onların bize vasiyeti, ne demişti 1944 Aralık’ında Muzaffer Tayyip, “Ayrılmak istemezlerdi ölseler bile bu şehirden. Tıpkı şimdi benim istemediğim gibi….”

O zaman onlar o limanda hep hayal kurmalı, denize karşı bakıp eskisi gibi bu kentin gecelerinde sohbet etmeli şiir dilinde. Genç şairler yanlarına oturmalı, onlar bize bu kentin dününü biz onlara bugünü anlatmalıyız. Sizden sonra neler neler oldu bir bilseniz diye başlamalıyız söze…

İçinde şair heykeli olan bir kent olabilmeli Zonguldak. Öyle kocaman dev anıt heykellerden bahsetmiyorum. Sanki onlar da istemezdi bunu. Benim dediğim boyu boyuma denk olsun, hani dile gelecek gibi dursun. Çok bilip de susuyor gibi olsun. Yanına ilişebileyim, belki içlerinden biri sırtını yaslamış olsun limana bakan bir ağaca, bir masa olsun önlerinde belki. Defterleri kalemleri yine yanlarında olsun yazamadıkları şiirleri için, lazım olur diye belki.

Ne diyordu Rüştü Onur Salah Birsel’e yazdığı bir mektubunda, “ Daha koklamadığım meyvalar, havasını teneffüs etmediğim, insanlarıyla omuz omuza gezemediğim şehirler. Ve nihayet yazamadığım şiirler. Ben ölecek adam değilim Salah….”

O limanda yaşasın bu üç arkadaş, yine buluşsunlar ‘Ahmet Hamdi Geceleri’nde! Şairler Parkı yakışmaz mı bu şehre, bu limana? Yıllarca ne şairler ne edebitaçılar bu limandan geldi gitti. Vapurlar taşıdı onları. İlk adımlarını bu iskeleden attılar kente. Ve son gördükleri yine bu iskele oldu ayrılırken Zonguldak’tan…

Valla bir deli bir taş atmış kuyuya kırk akıllı çıkaramamış misali, belki duyulur sesimiz. Omuz veren olur belki… Belediye Başkanımız, Valimiz, İl Özel İdaremiz arka çıkar belki. Kentin simgesi olacak bir değer kazanır Zonguldak.

Limanda; yerine konacak “Atatürk’e Çiçek Veren Kız” heykeliyle, Şairler Parkı’yla kentin turistik değerlerinden biri olur çıkar böylece. Neden olmasın, her şey bir hayalle başlamıyor mu sanki?

Nurullah Ataç ne de güzel anlatmış aslında, “Bir insan kendi ölümü ile değil, kendisini sevmiş yahut sadece tanımış son insanın toprağa düşmesiyle ölür.” O yüzdendir ki Zonguldaklı, bu üç arkadaşın ölümüne asla izin vermeyecektir diye inanıyorum. Muzaffer Tayyip’in dizeleri ile bitirelim bugünlük sohbetimizi;

“Güzel olan yaşadığımızdır, bir gün öleceğimiz değil”

Şimdi gelin birlikte hayal edelim.
Kendinize de, kentinize de iyi bakın…
Sevgiyle.