Zonguldaklı Ufuk Tokmak’ın son olarak paylaştığı Pazar yazısı dikkat çekti.

İşte  o yazı:

PAZAR YAZISI...
Yine geçmişte yazdığım eski mahalle kültürünü betimlemeye çalıştığım bir yazım.

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE...
HIRSIZ VAAARR!..
Mahallemiz birbirine bitişik küçücük evlerden oluşan kocaman yürekli ailelerin yaşadığı mutlu ve umutlu insanlardan oluşurdu. Daracık sokakları, ne geniş gelirdi bize demir çemberlerin tıkırtısı, yere hızla vurup ipi aynı hızla çektiğimizde zıp zıp zıplayan şimşir topacın sesine karışır, çocuk kahkahalarımız bu seslere eşlik ederdi.
Mahallemizin genç kızları merdiven başlarında günün dedikodusunu yaparlarken çekirdek çitlemeyi de ihmal etmezlerdi. Ya delikanlıları;  Kemal ağabey, Ratip ağabey eskiden kalan mahalle raconu onlardaydı. Biri seslenip bizi bakkala veya bir başka yere göndermek isterse, gitmemezlik yapamazdık çünkü onlar mahallemizin ağabeyleriydi. Ailelerimizin bizi gözü kapalı emanet ettikleri...
Evimizin önünde bulunan o küçücük sokakta ne oyunlar oynardık. Şimdiki çocuklar bilmez, değil bilgisayar televizyonun bile olmadığı zamanlar...
Evlerde kocaman lambalı radyolar vardı. Açma düğmesine bastığınızda radyonun açılması bile dakikalar sürüyordu. Küçücük bir arsamız vardı bize dev gibi büyük gelen, top oynardık şimdiki gibi kolay ulaşılan toplardan yoktu tabii ki; ya naylon bir top çabuk yırtılan, ya da ağızdan şişirmeli meşin bir top... Babam eski bir topçu olduğundan daha çok bu meşin topla futbol oynardık. Şimdi bile duran Mihriban teyzelerin evi ile Serpiller'in yaşadığı iki evin arasındaki arsada kıyasıya top oynar, kimi zaman kontrolsuzca vurulan top Serpiller'in oturduğu binanın zemin katında oturan oldukça yaşlı Naciye teyzenin pencere camını kırardı. Naciye teyze sinirle çıkar, topumuza el koyar, eline ne geçerse bize fırlatırdı. Biz çocuklar hem kaçar hem de hep bir ağızdan "Naciye Naciye cilveli Naciye" diye tempo tutar, kahkahalarla gülerdik. Neticede ailelerimize edilen şikayetler, bize azar olarak geri dönerdi tabii ki. Mahallemizdeki evlerin kapılarının kilitli olduğunu hiç hatırlamam, herkes herkesin evine rahatlıkla girer çıkardı, mahallenin kedileri bile bu rahatlıktan faydalanır, evlerin mutfaklarını zaman zaman talan ederlerdi ama bu bile bizim mahalle olarak hayvan sevgimizi hiç azaltmamış bilakis büyüklerden destek görüp kediler için kömürlükler üzerine yuvalar bile yapmıştık. Akşam üzeri biz çocuklar evlere çekilir; ama sokağa doyamadığımızdan küçük evlerimizin pencerelerinde yerimizi alırdık. Güneş batana dek güneşin son kızıllığında koşuşan bulutlardan şekiller yapardık, o bulutlar kah ejderha olur, kah bir köpek  "Bak, bak işte benim ejderham öteki de benim köpeğim" diye cevap verirdim. Yan tarafımızda oturan can kardeşim Sezai'ye. Ya da karşı yoldan geçen araçlarla oynardık, o zamanlar Kadırga yolu çift yönlüydü, yukarıdan gelen araç sayısını ben tutar, aşağıdan gelen araç sayısını Sezai. İlk 10 sayısını bulan kazanırdı. O yıllarda şimdiki gibi araç bolluğu nerede?.. Genelde geçen araçlar maden işçilerini taşıyan servis araçları idi. Lambalı radyomuzdan hep anonslarını duyardık "Kazmacı arkadaş trene binerken kazmana dikkat et!.." Çoğu zaman pencere kenarında uyur, kalırdık. Hava kararırken yaz akşamları sofralar, oyunlar oynadığımız o küçücük sokağa kurulur, aileler hep beraber yemek yerlerken büyükler illa ki bir kaç kadeh rakılarını içerlerdi.Sohbet konuları günlük olaylardan oluşur, neşeyle geçen yemeklerde biz de biraz daha sokaklarda oyun oynama fırsatı bulurduk. Bazen de büyüklerin sohbetlerini uykulu gözlerle dinler, çoğu zaman anne ya da baba kucağında mutlu yataklarımıza yatırılırdık. Sohbet konuları son zamanlarda bir konu üzerinde yoğunlaşmış, herkes bu konuyu konuşur olmuştu. Mahallede hırsız vardı. Çocuk cahilliğimle sormuştum anneme "Hırsız ne yapar anne? Başkasının eşyasını izinsiz alır." diye cevap vermişti annem. Ben yine de anlamamıştım başkasının eşyasını izinsiz neden alır ki, diye bir zaman düşünmüştüm. Bu arada hırsız boş durmuyor, Sezai'nin babasının yani Ahmet amcanın takım elbisesini çalmış, ortalık yine çalkalanmıştı. Artık mahallenin büyükleri babam, Ahmet amca, Şükrü amca, Ali amca ve diğerleri gece tetikte bekliyor, mahallenin başına musallat olan hırsızı yakalamak istiyorlardı. Bir gece yine dışarıda sofralar kurulmuş, yemekler birkaç kadeh eşliğinde yenmiş içilmiş, herkes evine çekilmişti.
  Gecenin ilerleyen bir saatinde tiz bir ses bizi uykumuzdan zıplattı. Biri "Hırsız vaarr!.." diye olanca gücüyle bağırıyordu. Babamın bir anda ok gibi fırladığını, 2.kat penceresinden baktığı gibi atladığını gördüm. Hızla pencereye gittik, dışarıda bir hengame vardı, her şey birbirine karışmış bir vaziyetteydi. Babamın sesini duydum o karmaşada "Durun,durun ben Nurullah!.." diye bağırıyordu.Sonradan öğrendik babam pencereden hırsızı görünce o hızla pencereden atlamış, onun pencereden atladığını gören Şükrü amca ve Ahmet amca ellerinde sopalar sokağın çıkışını tutmuşlar, o yıllar sokaklar da yeteri kadar aydınlık olmadığından ortalık karanlık, e biraz da akşamki yemekte rakı da fazla kaçınca babamı hırsız zannediyorlar ve başlıyorlar sopayla vurmaya, ortalık karışıyor, babam kendini ispatlamaya çalışıyor, o hengâmede hırsız da aradan kaçıveriyor.Neyse bir zaman sonra ortalık yatışınca gerçek anlaşılıyor, herkes kahkahalarla gülmeye başlıyor, babam da dahil. Aklıma geldikçe bu olay hala gülerim. Özlüyorum o günleri, kırmızı bisikletimi, patlak topumu Sezai'yi, Hanife teyzeyi, Selma ablayı, hepsine rahmet diliyorum. Mahallemizin o zamanki genç kızları Selma abla, Emine abla, Gülseren abla ve diğerleri ömürleri uzun olur inşallah.
Şimdi kalmadı böylesine mahalleler, teknolojiye mi yoksa zamana mı yenildiler bilmiyorum. Bildiğim, mutluyduk biz, mutlu çocuklardık...
Ufuk TOKMAK