Sevgili Zonguldaklı hemşerilerim. Bu yazımda, hemen hemen 30 yılı aşkın bir zaman diliminden kısaca bahsedeceğim.Çin‘in daha dünyaya açılmadan evvelki yaşamından. Görevim dolayısıyla 1986 yılında Çin halk Cumhuriyetinde yeni kurulan ilk Volkswagen fabrikası ( VW Santana üretimi için ) balans makinalarını kurup, üzerine eğitim vermek üzere görevlendirildiğim o yıllardaki alışagelmemiş yıllardan bahsedeceğim.  

Yolculuk, 1986 yılının Haziran ayının son cumartesi öğle vakti Lufthansa uçağı ile bugün dünyanın en modern ve mega Şehri olan Şangay‘a dı. Ben ve bir diğer Alman mühendis arkadaşım Diether Plösser ile  birlikte Şangay‘da ki eski ve küçük Hava alanına indiğimizde, başka bir dünyaya gelmiştik. Yapılar başka, insanlar başka , kokusu bile başkaydı. Otele getirilirken yolda gördüklerim , hafızımdan hala silinmeyen çocukken ilkokul çağlarında severek çizdiğim eski Çin tarzı evler ve havadaki ağır pirinç kokusuydu. Uçsuz bucaksız yemyeşil pirinç tarlalarının aralarından geçerken fakir ve gelişmemiş bir ülkeye geldiğimi farkediyordum. Volkswagen ilk fabrikasını bu daha gelişmemiş fakir ülkeye yapıyordu. O zamanlar da Çin‘e yapılan bu yatırım dünya gazetelerinde büyük bir haber olmuştu, Şangay‘a ünlü Volkswagen fabrikası açılıyordu. Ben de bu büyük projede yer aldığım ve az da olsa katkıda bulanubildiğim için çok mutluydum. Yerleştirildiğimiz Otel oldukça eski, 4 katlı, Şangay‘ın o zaman için en lüks dedikleri yabancılar için yapılmış ağaçlarla çevrili bir bahçenin içerisinde olan yabancılara mahsus bir misafirhaneydi. Resepsiyona bavullarımızla girdiğimizde  resepsiyon masasının üstündeki ahşap kemerde kocaman bir farenin korkusuzca dolaştığını hayretle gördüm. Verdiğimiz tepki üzerine resepsiyondaki genç bayan gayet normal bir şekilde fareyi kovalamıştı… Giriş işlemlerimizi tamanladıktan sonra hemen birinci kattaki odama yerleştirildim. Kapıyı açıp içeri girdiğimizde yüksek tavanlı Çin tarzı eşyalarla döşeli, ahşap gömme dolaplı odanın uzun bir süredir kullanılmadığı havadaki rutubet kokusundan belli oluyordu. Ortadaki alçak masada mis gibi kokan  narin bir vazonun içinde orkidenin kokusu biraz olsun rutubet kokusunu bastırıyordu. Bavullarımı taşıyan Çinli,  odadaki kornişleri yüksek perdeleri açtığında ağaçların arasından süzülen parlak güneş birden odama doldu. Pencereyi açtım. Güneşin doğduğu yerdeydim işte... 12 saat uçak ve iki saate yakın araba yolculuğunun ardından yorgungunluğum ikinci plana düşmüştü. O gün dinlenip ertesi günü Pazartesi işe başlayacaktık. Pencerenin önünde bulunan koltukta herhalde bir kaç saat öyle oturdum , Annemim bana severek anlattığı Çin masallarını dinledim yine kendi kendime… Birer birer geçti gözümün önünden o çekik gözlü uzun siyah saçlı Çinli kız. Dışarıda elli metre kadar geniş bakımlı bahçenin yanından geçen ağaçlı yolda yüzlerce zil çalarak geçen bisikletli Çinliler, üzerlerindeki soluk gri yeşil renkli elbiseleriyle bir an askeriyeyi hatırlattı bana. Kulaklarımda usanmadan öten ağustos böceklerinin ve kalabalığın sesi  ve yorgunluğumun da etkisiyle sarhoş gibiydim. Başka bir dünyada… başka insanların arasındaydım. Çine vazifem çıktığı zaman, gönüllü olarak müracaat etmiştim. Hiç öyle Çine gitmeye hevesli arkadaşım da yoktu. O zamanlar Çin, hiç bir Almanın gitmeyi arzu etmediği fakir bir ülkeydi. Annemin anlattığı Çin masalları beni etkilemiş olsa gerek, ben severek gelmiştim Çin‘e. Annem Vefat edeli bir kaç ay olmuştu. Rahmetli annemin, cüzdanımda sakladığım küçük resmini çıkardım. Ağaçlarla dolu havuzlu bahçeye ve masallardaki Çin evlerine karşı bakan puslu cama yerleştirdim. Artık siyah saçları örgülü o Çinli güzel kız gelebilirdi... 6 haftalık görevimde, rahmetli annem bana böyle eşlik edecekti.

O zamanlar Çin Halk Cumhuriyeti dünyaya kapalı , turizme açık olmayan kominizmin sert şekilde uygulandığı bir ülkeydi. Aldığımız özel vizeler Çin Hükümeti tarafından verilen iş vizesiydi. Ben, annem ve arkadaşım Diether için Şangay­‘da yeni bir dönem başlıyordu.

Sabahları erken kalkıp ilk önce değişik tadlardaki kahvaltımızı yapıyor sonra yabancılar için ihtisas edilmiş özel bir minübüs ile otelden alınıyorduk . Ben ve Dietherin yanı sıra ingiltere ve İtalyadan bir kaç arkadaş daha vardı , topluca fabrikaya götürülüyor akşam yine iş paydosundan sonra minübüsle Otelimize geri dönüyorduk. Öğlenleri fabrikanın yemekhanesinde evvelce hiç yemediğimiz çeşit çeşit yemekleri dikkatlice tadarak başlıyorduk yameğe. Her keresinde şakayla karışık ne yemeği olduğunu soruyordum.  Avrupa standartlarına uygun yapılmaya çalışılmış olsa da tadları bizim yemeklerden çok başkaydı ..Avrupa da tanıdığımız Çin yemeklerinle alakası yoktu. Sonradan anladımki Avrupadaki Çin restoranlarında yapılan yemekler , Avrupalıların damak tadına göre yapılmış yemeklerdi. Bol baharatlı acılı Çin yemeğiydi buydu işte… Çok sıkı çalıştığımız bir haftanın sonunda ilk Cumartesi  topluca geziye davet edildik. Bir çok Çinli ve yabancı mühendisler iki büyük otobüs dolusu sabah erkenden yola çıktık. İlk defa yorucu işimizin dışında dışarı çıkıyorduk. Hava çok sıcaktı ama keyifler yerindeydi. Yukarıda güneş alışıldığından sanki daha büyüktü.

uzun bir otobüs yolculuğunun ardından ulaştığımız yer şehir dışında, yine prinç tarlaları arasında bulunan kocaman yapay bir göldü. Burada balık tutacaktık. Vardığımızda kadın erkek çoluk çocuk , büyük bir kalabalık bizleri bekliyordu. Hepimize birer oltalı sırık vererek paylaştırdılar. Gölün etrafına dağılıp o tarifi imkansız sıcak havada oltalarımızı suya atarak en aşağı bir saat boyunca balık yakalamaya çalıştık.  O kadar sıcaktı ki kendimi hamamın içinde zannediyordum. Hareket etmeden şakır şakır terliyordum. Havada nem çok yüksekti.  O sıcakta o kadar kişinin arasında bir tane balık tutabilen tabiiki çıkmadı. Herhalde balık yok deniliyordu. Veya balık tutmaktan acizdik hepimiz.  Öğle sıcağında balık tutulamıyacağını ben karadeniz çocuğu olarak bilirim de diğerleri nereden bilsin diye düşündüm içimden. Her balık tutmaya çalışanın yanında en az 4-5 Çinli çember yapmış bir şeyler anlatıyor, yardım etmeye çalışıyordu. Sonradan anlatılana göre tuttuğumuz balıkları gölün hemen yanında bulunan restoranda hazırlatıp yiyecekmişiz. durum böyle olunca ve de balık tutamayınca, sorumlu bir kişi balıkçılara  suya ağ atıp balık yakalamalarını söyledi.  

Bir kaç Çinli köylü suyun içine girerek ağ atıp yüzlerce kefal balığı kenara çekip en güzellerinden, irilerinden bizlere yiyeceğimiz kadar ayırdılar. O an muhteşemdi. O kadar gümüş rengi çırpınan kefal cinsi balıkları bir arada görmemiştim. Daha sonra bu balıkları bu restoranda hazırlayıp bize sundular. Değişik soslu bu balıklardan ilk defa yiyordum.

Yandaki restoranda , diğer Avrupalı mühendis arkadaşlarla tutamadığımız balıkların hazırlanmasını bekliyoruz. En sağdaki ben.

Sonraları daha sık dışarı çıkmaya başladık , yanlız başımıza, izinsiz dışarı çıkamıyorduk. Yasaktı. Dışarı çıkmak isteyen, ingilizce bilen ve komunist partisinin güvendiği bazı kişileri arıyor, onlar bize refakat ediyorlardı. O gün işten misafirhaneye döndüğümüzde hava çok güzel ve biraz olsun serindi, benim tercümanım olan Mr. Guo ya telefon açarak, dışarıya çıkmak istediğimi söyledim. Mr Guo gayet uzun boylu komunist partisi üyesi,  o zamanlar ben den çok daha yaşlı bir Çinliydi. Sert görünümlüydü. Beraber dışarı çıktığımızda 30 metre anca gidebilmştik ki Çinlilerin hucumuna uğradım. Herkes resim çektirmek için birbirinle yarışıyordu. İnanın o zaman tanınmış bir kişinin neler yaşadığını yaşadım. Çarşının ortasında odak noktasıydım. Bütün gözler üzerimdeydi. Büyük bir kalabalık kitlesiyle beraber hareket ediyorduk. O zamanlar uzun sakalımın da olması beni daha da enteresan yapıyordu Çinliler için.

   Çin Halk Cumhuriyetinin  şimdilerde en büyük ve lüks alış veriş merkezlerinin bulunduğu meşhur Nanjıng caddesi.1986 …Şangay

                                           

 Ve Artık geri dönüş zamanı yaklaşmıştı, neler alış veriş yaparız onun telaşına düşmüştük. Alış verişlerimizi Çinlilerin alış veriş yaptığı yerlerden yapamıyorduk. Yasaktı. Yabancılar için özel Friendship mağazaları vardı, bir tek oralardan bir şeyler alabiliyorduk. Bütün eşyalar  sanki aynıydı. Çeşitlilik yoktu. Daha çok porselen ve el yapımı küçük biblolar vardı. En tuhafı  Bizim kullandığımız para Çinlilerin kullandığı yuan değildi. Bizim kullanmamız yasaktı. Yabancıların kullandığı FEC (Foreign Exchange Certificates) denilen kuponlardı .

Yabancıların o zamanlar Şangayın dükkanlarında alış veriş için kullandıkları kuponlar F.E.C

Yabancılar bir yuanlık şeyi 3 yuane alıyordu. Bir akşam barda oturuken, ingilizce bilen bir Çinli geldi.  Aslında Çinlilerin , yabancıların kaldığı otele girmesi yasaktı. Tercümanım bile resepsiyondan telefon açar geldiğini ve dışarıda beklediğini haber veriridi. Yani o kadar sıkı bir disiplin içinde. Gelen Çinli genç eli yüzü düzgün biriydi. Bizden FEC satın almak istediğini, tanesine 11 yuan vereceğini söyledi. Çok büyük bir para. Şaşırdım. Olmaz dememize rağmen hoş sohbet ve içtğimiz biraların da etkisiyle ikna olduk.

Şangay / Nanjing caddesi. Şu anda Dünyanın devasa alış veriş caddelerinden bir tanesi, Bisikletler- Bu köprü artık yerinde değil.  1986 Şangay

Şangayın meşhur Nanjing caddesi 1986 / Trafik yok ama insan seli. Burası şimdilerde zenginlerin gelip alış veriş yaptıkları çok lüks bir cadde

İstemesekte bozdurduk.Elimizde  bir tomar Yuan. Aslında yasak. Geri dönmemize günler kala işlerimiz de azalmış, boş vaktimiz oldukça fazlaydı. Mr. Guo ile daha sık dışarı çıkabiliyorduk. Alış veriş merkezinde hediyelik eşyalara bakıyoruz alınacak bir tek şey vazo lar ve el işi biblolar falan filan dı… Daha elektronik vs gibi şeyler piyasada yok. Satılmıyor. Oraya buraya bakarken vitrinde çok güzel işlemeli iki vazo gördüm. Güzel bir setti. Canım ne kadar çok istiyor. Param da var ama satın almam yasak. Yanımdaki komunist partisinden bana yardım etmesi için ihtisas edilmiş kişi , beni devamlı gözetim altında da tutan bir kişi aslında.. Diether aynı şekilde ama suskun.  ‘Mr. Guo şu vazoları almak istiyorum’ dedim.  Siz bunu almazsınız burası sizin alış veriş yapacağınız dükkan değil. Ayrıca yuan olarak ödenmesi lazım cevabını alınca. Hiç beklemeden ve düşünmeden bende Yuan var dedim. Nasıl yani dedi ?

Geçen gün gelen tanımadığım birisiyle otelin lobisinde FEC bozdurdum, elimde Yuan var. Bozdurmamakta Israr etmeme rağmen o daha ısrarcı çıktı, bir hata işledim diye durumu anlattım.Mr. Guo haklı olarak bana Çince, İngilizce birçok şey söyledi ve yanlış şey yaptığımı falan filan. Diether hep sakin sessiz yanımda, hatta sanki arkama saklanır gibi... ne kadar yuan var ? Oldukça var dedim. Ver hepsini bana dedi.

Çıkartıp bir tomar Yuani Mr. Guo nun avcuna koydum, çok şaşırdı ve doğal olarak sinirlendi tabii. Belki kendisi bile bu kadar Yuanı avcunda görmemişti.   Sizin bunları elinize bile almanız yasak dedi. Ama olan olmuştu. Özür diledim. İçeri girip istediğim vazoları aldı. Dışarı çıkıp daha ne istiyorsun? şunu bunu, saçma sapan şeyler söyledim. Kokulu Yelpazelerden, boy boy el işi resimlere, minyatür el işi biblolara kadar aldım.  En sonunda ne isterseniz alın dedim.  Para bir türlü bitmiyordu. Bavulum da o kadar çok yerim yoktu. Yeter dedim daha ne kadar param vardı bilmiyorum. Mr. Guo da kaldı. Dietherin yuan leri cebinde otele geri döndük. Sen dedi işini az çok gördün ben ne yapacağım? Aslında 300 Alman markı karşılığı FEC, bizim için o kadar çok para değil ama Yuana çevrilince bir Çinli için çok para. O zamanlar bir işçinin aylığı 50-70 yuan arası kadar bir şey. İşçi lojmanlarının kiraları 50-75 Pfennig kadar. Hafta sonları genelde iş paydosundan sonra fabrikadan bedava yumurta, tavuk, meyve vs gibi kumanyalar dağıtılıyor. Sıcak su bütün lojmanlara merkezden dağıtılıyor. Sokaklarda evlere sıcak su taşıyan o kaskalın, çirkin sıcak su boruları neredeyse sokakları ısıtır gibiydiler. Dietherin cebinde 3000 yuan kadar para,  Almanya’ya geri döndük. O günden beri Diether’i her gördüğümde Yuan lari ne yaptın diye sorarım. Her defasında duruyorlar der.

Arkadaşım Diether ve ben Şangayda bir restoranda.

Sonraki haftalarda çeşitli yerler dolaştıktan sonra Şangay’ın o zamanlar can damarı sayılan Şangay’ın en büyük ana caddesi olan Nanjıng caddesine gittiğimizde tuvalete gitmek için yer aradım. Karanlık bir alış veriş merkezinin içindeki tuvaleti gördüğümde tuvaletimi yapmaktan vazgeçtim. Uzunca bir sıra ve tuvaletlerin kapıları yoktu. Kadınların gireceği tuvaletlerin kapısında onlara bir parça kâğıt veriyorlardı. Benim girdiğim tuvalette içerde işini görenle hemen burnunun dibinde işini bitirmesini bekleyen Çinli derin sohbetlere dalmışlardı. Nasıl olduysa tuvaletimi yapmaktan vazgeçip otele geri dönmüştüm. Nanjing caddesi halkın hafta sonları akın ettiği büyük bir cadde bugün dünyanın sayılı caddelerinden bir tanesi, yüksek ve modern binaların, devasa alış veriş merkezlerinin, en büyük dünya markalarının merkezi, Bugünlerde Turistlerin oluk oluk aktığı bir büyük bir cadde. Bu caddede o zamanlar tuvaletlerin kapısının olmaması düşününce insanın inanası gelmiyor..Fabrika, ofislerde ve Otelde her köşe başında tükürük kapları bulunuyordu. Her Çinli özene bezene bu kaplara tükürüyordu. Hatta restoranlarda müşterilerin yemek yerken bile yerlere tükürdüklerine çok şaşırmıştım. Daha sonraları tükürenleri mümkün olduğu kadar görmemeye çalışıyordum.  Uzun müddet kaldığım bu şehirden zamanı gelince annemin resmini de tekrar cüzdanıma yerleştirip Almanya’ya geri dönmüştüm. Belki Şangay’da zor bir çalışma zamanı geçirmiştim ama bugün düşününce benim için macera dolu bir yaşam dilimiydi.

Shanghai 1986 Sebze pazarı, daha bildiğimiz o gökdelenler yok.  Özel vasıta yok. Arka planda Gökdelen inşaatları yeni yeni başlıyor.

Sizlere biraz olsun Çinin daha turizme açılmadığı nostaljik yıllardan bahsetmeye çalıştım. Düşündüğüm zaman zevkli ama o kadar da yorucu günlerdi. Macera benim için tutku, yaşamımdan bir parça diyebilirim.  Bize ters gelse bile diğer ülke insanlarını ve kültürlerini tanımak güzel.

Her ne olursa olsun; senenin büyük bir bölümünü yaşadığım, canla başla çalışan Çin’in,  kısa bir zamanda bu kadar büyük yol kat ettiğini imrenerek gözlemliyorum. Bu bir gerçek. 

Zaman el verdikçe, yaşadığım diğer enteresan anılarımı sizlerle paylaşmaya devam edeceğim.

Yaşam, her ne kadar zor olsa bile yine de güzel…..

Kalın sağlıcakla dostlar.

Yıldırım Özener / Ocak 2020

Not; Hikâyemdeki Fotoğraflar, şahsıma aittir. ZHaber yayınlama hakkına sahiptir.