Yaşadığımız Gezegeni Tanıyor muyuz?

Gazete köşesindeki yeni yayın hayatıma zhaber’in kurucusu ve editörü, gazeteci sayın Atilla Öksüz beyin teklifi ve bu sayede okuyucuya ulaşabilmenin verdiği heyecanla başlarken, öncelikle kendisine huzurunuzda teşekkürlerimi iletmek istiyorum. İlk yazıma nereden başlamalıyım diye düşünürken, ilk olarak gezegenimizi kısaca tanıtmam gerektiği düşüncesi geldi aklıma. Bunca teknolojik gelişmenin, sanayileşmenin ve yapılaşmanın arasında, yaşadığımız gezegeni acaba yeterince tanıyor muyuz? Öyle ya burası bizim evimiz aslında. Sanırım bu soruya çok az kişi evet yanıtını verir.

Yaşadığımız Gezegen yani Carl Sagan’ın deyimiyle Evren’de Güneş’le aydınlatılmış soluk mavi bir nokta olarak görünen Yerküremiz. Bizi biz yapan bu minicik mavi zerrecik her ne kadar Evren’de önemsiz bir konuma sahip olsa da, burası bizim yuvamız. Gezegenimizin, kendi yıldız sistemimizde Güneş’imiz ve diğer gezegenlerle birlikte yaklaşık 4,6 milyar yıl önce başlayan, ve sahip olduğu canlı-cansız tüm unsurlarıyla beraber günümüze değin süregelen serüveninde bizler, son bir kaç saniyede sahneye çıkmış son insan türüyüz. Benzer bir yere gitmenin veya yaşamanın bugünkü koşullarda imkansız olduğu düşünülürse, bu minicik mavi gezegenimize sahip çıkmamız, onu tanımamızla mümkün olabilir ancak. Bu nedenle gezegenimizin evrimi içerisinde son dönemde sahneye çıkmış son insan türü ve ‘zeki’ varlıklar olarak, doğadaki yerimizi iyi bilmeli ve gezegenimize gereken sevgi ve saygıyı göstermeliyiz. Çünkü buradan başka gidecek bir yuvamız yok. Bir gün kendi Güneş Sistemimiz içinde ve hatta yıldızlararası uzayda seyahat edebildiğimizi hayal edip, başka yıldız sistemlerine ulaştığımızı varsaysak bile, gittiğimiz yerlere acaba ne derecede adapte olabiliriz? Yoksa beraberimizde gezegenimizde milyarlarca yıldır evrilmekte olan ve uzak veya yakın evrimsel bağlarımızın olduğu bitki, hayvan, mantar, bakteri gibi canlıları da yanımızda mı götürmeyi planlıyoruz? Peki ya oralardaki evrimsel değişimler ve adaptasyonlar nasıl devam etmekte acaba? Yeni gezegenlere veya uydulara koloniler kurmayı hayal etmek, tüm iyi niyetiyle romantik bir hayalimiz olsa da, neden kendi gezegenimizle barışıp onu tanımayı ve anlamayı hiç düşünmüyoruz?

Yer yuvarımızı tanımanın ve öğrenmenin yolu öncelikle Doğa Bilimleri’nden geçmektedir. Özellikle Yerkürenin iç ve dış sistemlerinden kaynaklanan olayların dinamiğini ve nedenlerini anlayabilmek, günümüzde insanımızı doğrudan etkileyen konular olan iklim değişikliğini kavrayabilmek ve doğal afetleri neden-sonuç ilişkileriyle çok boyutlu olarak inceleyebilmek için, Jeolojiden yani bir başka deyişle yer bilimlerinden yararlanırız. Ne garip bir çelişkidir ki; bir yandan ekonomik kazançlara dayalı doğrudan sonuç odaklı projelere ağırlık verilerek gezegenimizden bir şekilde yararlanmaya çalışmakta, diğer yandan da ondan bize insaflı davranmasını, bize verimli ürünler vermesini beklemekteyiz. Gezegenimizden bir şekilde yararlanmaya çalışırken farkında olmadan yerküremizin doğal döngülerini bozmakta ve ekosistemlerini hiçe saymakta ve bir yerde kendi sonumuzu hazırlamaktayız. Tüm bunları yaparken de bilimi ama en çok da ‘Jeoloji Bilimini’ gözardı etmekteyiz. Günümüzde ancak deprem, heyelan, sel gibi doğal afetlerle gündeme geldiğinde hatırlanan yerbilimleri, böyle zamanlarda bile toplumun önünde sadece ‘birkaç uzmanın bildiği ve ancak gerek görülürse danışılan, anlaşılmaz ve işe yaramaz bir bilim dalıymış gibi izlenim uyandırmaktadır. Böylelikle de toplumu ilgilendiren ve jeolojinin doğrudan konusu olan pek çok sorun yeterince araştırılmadan ve görmezden gelinerek ötelenmekte, tabiri caizse bilgiler ‘halının altına süpürülmektedir.’ Oysa gezegenimiz biz olsak da olmasak da, doğal süreçleri, döngüleri ve bunların öngörülebilir sonuçlarıyla zaten ‘kendi bildiği gibi’ devinmeye devam edecektir. Bizim ekstradan yaptığımız antropojenik katkılar ise bu süreçleri ya hızlandıracak ya da dengeleri geri dönüşümü olmayan düzeyde bozacaktır. İşte bu yüzden, gezegenimizin doğal süreçlerini ve bu süreçlerden ortaya çıkan sonuçların daha küçük yaşlardan itibaren belli bir bilinç kazandırılarak bilim-toplum projeleriyle anlatılması gerekmektedir.

Bu değişim ve dönüşümlerin 'canlılar' dünyası üzerindeki etkileri ve jeolojik zamanlar süresince yerkürenin dinamiği ile ilişkileri evriminin konusudur. Tüm organizmalar ilk ortaya çıktıkları yaklaşık 4,2 milyar yıl öncesinden günümüze kadar süregelen süreçten beri evrilmektedir. Yine gelmiş geçmiş tüm organizmaların birbirleriyle yakın veya uzak soy ilişkilerine ve ortak genlere sahip olduklarını söyleyebiliriz. Mikrodan makro boyuta kadar bunların birbirleriyle ortak gen ve atalara sahip olduğunu anlatan ve günümüzde moleküler biyoloji ve genetik bilimindeki yeni gelişmelerle her geçen gün yeni keşiflerle donatılan 'Evrim Kuramı' Yerküremizin temel kuramından biridir.

''Yaşam'' Yerkürenin ilk oluştuğu zamanlarda kimyasal evrim sürecinin ürünü olarak temel taşlar olarak aminoasitler ve proteinlerden ibaretken, daha sonraki bir kaç milyar yıllık bir süreçte, önce ilkel prokaryotik bir hücrelilere ve daha sonra da ökaryotik bir hücrelilere doğru evrilmiştir. Bundan sonraki jeolojik zamanlarda jeodinamik süreçlerin etkisiyle, denizlerden karalara doğru ortamlar değişmiş, buralarda farklı çok hücreli organizmalar sahne almış ve tıpkı göğe kadar uzanan bir ağacın dalları gibi yaşamın evrimi de günümüze kadar milyonlarca çeşitlilik bırakarak gelip geçmiştir. Uzun süreçler ve etkileşimlerle çok hücreli organizmalara doğru evrilen yaşam, bize kadar uzanan boyutuyla inanılmaz ölçüde çeşitlenmiş ve farklılaşmıştır. Bunlar içerisinde kimi yok olmuş, kimi ise evrilerek ve genlerini yeni nesillere aktararak devam etmişlerdir. Adına ''Yaşam kavgası'', ''Yaşam mücadelesi'' bir başka deyişle doğal seçilimle hayatta kalabilme gücü denilen genlerin aktarılması mücadelesi, kimi organizmaların tümüyle ortadan kalkmasına, kimilerinin de mutasyonlarla o an için avantaj sağlayan özelliklerinin öne çıkmasına, bir başka deyişle doğal seçilim yoluyla aktarılmasına yol açmıştır. Aslında bizler dahil, tüm çok hücreli organizmalar, hem canlı organizmayı oluşturan ve hem de birbiriyle ilişkili metabolik faaliyetleri sürdüren milyarlarca birhücreliler topluluğuyuz. Hem de içimizde yaşayan ve zararlı ve yararlı bir hücrelilerle beraber bir denge içinde olan ve adına ‘bağışıklık sistemi’ dediğimiz mikrobiyomlar içermekteyiz.

Yaşamın Evrimiyle etkileşimli olan bir diğer önemli olay ise Yerkürenin 3-100 km arasında değişen ve okyanusal ve kıtasal kabuk ile üst mantoyu da içine alan katı taşkürenin (litosfer) yaklaşık 4,5 milyar yıldır sürekli hareket ederek evrilmesidir. Bunu en iyi anlatan kuram ‘Levha Tektoniği’ olarak bilinen kuramıdır. Levha tektoniği ile ilgili dinamiğin en göze çarpan sonuçları ise dağ oluşumları, depremler ve volkanlardır. Şimdi bir de şöyle düşünün; Yerkürenin her köşesi farklı jeolojik zamanlarda, uzun veya kısa dönemlerde, farklı ortamlar, farklı olaylar geçirmiş ve buralarda yaşamış canlılar fosilleşmişler ve bunlar bulundukları ortamlarla ilişkili olarak ‘jeolojik kayıtlar’ olarak kayalara kaydedilmişler. Bu köşeler belki bir zamanlar bazı organizmalar için bir sığınak olmuş; belki de bazıları için hayatlarının sonunu getiren yok edici ortamlar. Öyle ki; belki de kimi için artık sığınacak - kaçacak hiçbir köşe kalmamış. Kimisi için ise ortaya adapte olabilecekleri yeni fırsatlar çıkmış. Tabii bu durum, ‘doğal seçilim’ adını verdiğimiz ve bir topluluktaki bireylerin genlerinde taşıdıkları farklı varyasyonların o anki koşullar her neyse, o ortama uyum sağlayabilen özelliklerin hayatta kalması ve genlerin aktarılması şeklinde devam etmiş ve bu sayede jeolojik anlamda uzun bir süreçte, organizmalar nesiller boyunca yeni türlere evrilmişlerdir. Ama bunlar yok oldu veya geçmişte kaldı diye üzülmeyin! Yerküre'nin her bir köşesinde farklı zaman ve farklı ortamlarda oluşmuş kayalar, milyarlarca ve trilyonlarca mikrodan makroya fosiller içermektedir. En çok rastladığımız kayaçlar kireçtaşları tamamen mikro fosil içerir. Öyle ki bu kayaçlar tamamen minnacık fosillerin kabuklarından oluşmuştur diyebiliriz. Petrol ve kömür de yine organizmaların kalıntıları sayesinde oluşmuşlardır. Doğada her şey tıpkı bir kitabın sayfalarına yazılan bilgiler gibi, bu hikayeleri bir bir işlemişlerdir kayalara, tabakalara, yani ‘sayfalarına’. Geçmişteki iklimleri, yaşam formlarını, ekosistemleri, jeodinamik olayları, dağ ve okyanusların oluşumlarını, doğal afetleri... Her türlü bilgi

jeolojik anlamda kayıtlara geçmiştir. İşte jeologların görevlerinden biri de, bu kayıtları adım adım bir dedektif titizliğiyle araştırıp ortaya çıkartmaktır. Daha sonra ise, onların anlattığı dili ''okuyup”, herkese de anlatmaktır. Bu yüzden iyi bir jeolog bilir ki, en iyi kayıt defteri gezegenimizin ürünlerinin ta kendisidir. Bunu farkında olanlar için bu eşsiz bilgi kayıtları, yerküremizin bize sunduğu en değerli miraslardır. İşte bu yüzden, hem yaşadığımız çevreyi tanımak, hem de doğayı, gezegenimizin doğal dinamik süreçlerini neden-sonuç ilişkileri içerisinde anlamak, öğrenmek ve küçük yaşlardan itibaren belli bir bilinç kazandırmak üzere bilim-toplum projeleriyle halktan her kesime anlatmak oldukça önemlidir. Bu nedenle başta biz akademisyenler olmak üzere, eğitimciler, öğretmenler, ilgili kurum ve kuruluşlar, yerel yönetimler ve kendini bilimin içerisinde gören herkesle işbirliği yapılmalı, fikir ve projeler oluşturularak hayata geçirilmeli ve yerbilimleri ve doğa bilimleri topluma anlatılarak bir yandan toplum eğitilirken, diğer yandan yerel ölçekte sosyo-ekonomik kalkınmaya ve kültürel düzeyde katkı verilmelidir.

Bu konuda benim önereceğim en değerli ve en yeni iki sektör ‘Jeoparklar ve Jeoturizm’ ile ‘Doğa Tarihi Müzeciliği’dir. Her iki konuyu ayrı ayrı bundan sonraki yazılarımda Yazı Dizisi olarak ele alacağım.

Ve tekrar görüşmek üzere diyorum.