Biri bir gün çıkıp, ‘aslında gerçek sandığın her şey bir rüyaydı’ dese, ne hissederdiniz?

Evet, hiç düşündünüz mü? Ya biz bir rüyanın, ya da bir başka deyişle bir hayalin içinde yaşıyorsak?

Yaşantımız, çevremiz, rüyalarımız, düşüncelerimiz, öğrendiklerimiz, geçmiş, bugün ve geleceğe dair zaman algılarımız, anılarımız, değer yargılarımız, doğrularımız ve yanlışlarımız, kurduğumuz düzenler ve bu düzenlere karşı olan fikirler, her şey ve her şey, ya beyinlerimizin yarattığı illüzyonlardan ibaretse? Belki diğer türler de kendi zeka düzeylerinde ve bilinçlerinde, kendilerine özgü bir illüzyon içinde yaşıyorlardır. Bunu hiçbir zaman teyit edemeyiz. Ama şu bellidir ki; türümüzü diğer türlerden ayıran ve adına bilinç dediğimiz şey, zekanın kendi yarattığı illüzyonist dünyalarda yaşamak ve bunların da ölesiye gerçek olduğunu sanmaktır.

İllüzyonist Dünyalar

Bu illüzyonist dünyalar öyle şeylerdir ki; bazen sanat, bazen müzik, bazen de edebiyat eseri olup çıkarlar karşımıza. Bu illüzyonlar bazen öylesine sarar ki benliğimizi, oluşan düşüncelerin gürültüsüne yalnızlık adını veririz. Düşünceler örüntüsünden kaçmak isterken, sessizliğimizin susmayan kurgularına sarılırız bazen, hayal gücümüzün ötesine kadar gidebilen. Bazen bir alet, bazen de bir makine olarak elimize alırız illüzyonist dünyalarımızı. Bazen gözlemler yaparız, bazen deneyler. Deneme yanılmalarla deneyimler yaşarız. Bazen bitmek bilmeyen romanların içinde koşarız. Ya da sonu gelmez tartışmalar içerisinde yuvarlanırız. İllüzyonlarımız biyolojik varlıklar olduğumuz için hormonlarımızla  beslenir. Beslendikçe hislerimiz düşüncelere, düşüncelerimiz ise duygularımıza dönüşür. Hindistan'ın simge ismi Gandhi işte bu örüntüyü dile getirirken, ‘duygularımızın davranışlarımıza, davranışlarımızın alışkanlıklarımıza, alışkanlıklarımızın değerlerimize, değerlerimizin karakterlerimize ve karakterlerimizin ise kaderimize dönüştüğünü’ ifade etmiştir. O halde zihnimizden başlayıp yaşam biçimimize ve kaderimize kadar ulaşan bu örüntüde, en büyük sorumlu bilincimizin ta kendisidir.

Gerçeklik nedir

Kurgusal sanal bir evrende ne yapacağını bilemeyen avatarlar gibi yaşıyor olabiliriz. Elbette böyle bir evrende yaşayıp yaşamadığımızı sınayamayız. Yapabildiğimiz en iyi şey, karşımızdaki objeleri ve varlıkları gözlerimizin yettiğince görmeye çalışmaktır. Çıplak gözle görebildiklerimiz, ışık tayfının sadece yüzde 16’lık bölümü, yani 400 -700 nanometrelik dalga boyları arasındaki renk  demeti halindeki görünür ışık ile üç boyutlu şekillerdir.  Sınırlı boyutlar içinde görebildiğimiz her şeyi görürüz de bir tek kendimizi doğrudan göremeyiz. Ne yüzümüzü, ne ifadelerimizi, ne bedenimizi ne de duygularımızı doğrudan görebiliriz. Aynalara güveniriz bu konuda. Ve gerçeklik olarak kabul ederiz görüntülerimizi. Oysa aynalar da ışığın kırılma oyunudur sadece. Gözümüze yansıyan, beynimize ulaşan ve adeta kendi algılarımızla çarpıtılarak yorumlanan imajlardır gördüklerimiz. Sırf elimizle tutabiliyoruz diye, ürettiğimiz maddi objeleri veya çevremizdeki maddi varlıkları da gerçek zannedebiliriz. Oysa onlar da aslında Einstein’ın E=MC bağıntısına göre,  enerjinin madde formudur sadece. Yakından bakabilseydik bu objelere, onları oluşturan atomları görürdük sadece. Peki o halde gerçeklik nedir? Üstelik değişim içinde olan, yani  Herakleitos’un ‘Logos’u gibi sürekli değişen şeylerin gerçekliği nedir? Bu soruyu yüzlerce ve binlerce yıldan beri pek çok düşünür sormuştur, üstelik defalarca. En çok bilinen örnek, Platon’un mağaralar alegorisi ile açıkladığı idealar kavramıdır. Ama idealar da gerçeklik olamaz. Onlar da aslında zihnimizde üretilen ve düşünülen kavramlardır. Gerçekliği asla sınanamaz. Üstelik herkesin zihninde canlandırdığı ideası da farklı olabilir. Bildiğimizi zannettiğimiz renkler ve şekiller bile herkeste aynı imajı oluşturmayabilir.

Öyleyse gerçek olup olmadığından kendi kendimize bile emin olamadığımız, başka insanların bilinçlerinin ürünü olan şeylere neden bu kadar güvenir ve sıkı sıkıya bağlanırız? Neden bu şeylerden bazılarını ortak kurallar olarak hayatımızın tam da odak noktasına alırız? Ve neden bazen kendimizi bunlar tarafından çerçevelenmiş kafeslere hapsederiz?

Bilinmeyenin uçsuz bucaksızlığından kaçıp, sınırları bulmanın huzuru mudur aradığımız? Yoksa beynimizi bir nebze olsun sakinleştirmek ve biraz olsun bilmenin konforunda  yaşamak mıdır istediğimiz? Yani bir yandan beynimiz bizi kandırırken, diğer yandan bizim onu kandırmamızın keyfini sürmek midir dileğimiz?

Akıl oyunları

İlkel toplumların, doğada hayatta kalmaktan başka amacı olmayan gelmiş geçmiş diğer tüm insan türlerinin ufak ve daha az gelişmiş beyinleriyle daha mutlu yaşamış oldukları söylenebilir mi sizce? Bu insanların doğada yaşarken ortaya koydukları davranışlar, bizimkiler gibi kompleks olmamıştır şüphesiz. Ve düşünceleri de mutsuzluk getirmemiştir olasılıkla. Karnı doyan ve barınağı olan  ilk insanların, günümüz insanına benzer depresyonları, dertleri ve uzun vadede gelecek kaygıları yoktu belki de. O halde bilinç ve zeka geliştikçe beraberinde, depresyon, kaygı, paranoya ve şizofreni de gelişmiştir diyebilir miyiz? Tüm ünlü sanatçılar yaşamları boyunca büyük acılarla boğuşurken ve akıl sağlıklarını en uç noktalarda yaşarken, en büyük eserlerini ortaya koymuşlardır, belki de bu yüzden. Yani, zekaları delilik düzeyindeyken. Belki de bunlara, tarih boyunca toplumları peşlerinden sürükleyen düşüncelere sahip, deli ile dahi arasındaki insanları ve onların fikir eserlerini de eklemek gerekir. Ortaya koydukları fikirler ve değerler hem kendi toplumlarını ve hem de kendilerinden sonra gelen insanları derinden etkilemiştir çünkü.

Geçmişten günümüze değişim gösterse de, yaşamımızı şekillendiren kurallar içinde yaşamak isteği, aslında zihnimizin akıl oyunlarını kabullenmek değil de nedir? Hayatta kalmak için adına bilgi dediğimiz kurallar da buna dahildir. Ve evet, tüm bunlar türün devamlılığı için gereklidir. Ama uygarlık geliştikçe, maddeler ellerimizde bizi oyalayan oyun ve oyuncaklar olarak gelişip değiştikçe, kavramlar ve isimler çoğaldıkça, insanın zihniyle başa çıkması da gün geçtikçe zorlaşmıştır. Yani adına bilinç veya zeka dediğimiz şey aslında bizi mutsuz eden şeyin tam da ta kendisi olup çıkmıştır. Dostoyevski bir konuşmasında "Size yemin ederim ki, gereğinden fazla anlamak bir hastalıktır, gerçek bir hastalıktır’, demiştir.

O halde gelişmişlik ve zeka, bilincimizin her geçen gün daha çok şeyi çözümleme ve anlama mücadelesindeyken içine düştüğü bir çeşit hastalıktır. Diğer yandan gelişmiş bir zihin, biyolojik varlığımızdan da bir yerde uzaklaşmak ve gereksinimlerimizi arka plana atmak anlamına gelebilir. Bu ise insanı farkında olmadan tatmin edilmemiş duyguların içine itebilmektedir. Maalesef, hayvanlardan ‘üstün’ veya ‘ayrıcalıklı’ olduğunu zannettiğimiz yegane özelliğimiz olan ‘zekamız’ bizi bir yandan illüzyonist bir bilincin içinde yaşatırken, diğer yandan da bizi doğanın en mutsuz canlısı haline getirmiştir.  Aslında en büyük korkularımızın ve mutsuzluğumuzun kaynağı dışımızda değil, içimizdedir. Bu yüzden iç dünyamıza yapacağımız her yolculuk, her şeyi anlama yolunda bizi mutsuzluktan mutluluğa da çıkartabilir.

İşte bu nedenle siz, siz olun, mutlu ve mutsuz anlarınızdan oluşan algılarınızın aslında sizin kendi dünyanızdan kaynaklanan geçici illüzyonlar olduğunu fark edin. Anladığınızı sandığınız o şeyleri düşünürken ve yaşarken, olabildiğince her anınızın değerini özümseyin. Yaşamınızın elinizdeki yegane ve en değerli gerçek olduğunu bilerek.