Çocukluğumun yaz tatilleri, bir iki ayı köyde geçen, nedense her gidişimde ve yeniden eve döndüğüm ilk günlerde mutlaka burnumun kanadığı, giderken de dönerken de mutlu olduğum farklı anılarla dolu zamanlardı. Sevmediğim tek şey, döneceğimiz zaman sabahın köründe uyandırılıp zorla yediğim haşlanmış katı yumurtayı yutmaya çalışmak ve alaca karanlıkta ellerimizde torbalarla şehre giden otobüse yetişmek için bir saat kadar yokuş aşağı yürümekti.

Köyümüz Devreğe bağlı bir köy ki, bizimkilerin 8-10 haneli mahallesi yarı orman içi konumda ve tüm köyün bu küçük ormandan sınırlı ölçüde yararlanma hakkı var. Benim gibi çocuklar için de doğal olarak sonsuz bir hayal platosu bu çamlık. Orada kendimi varlığını kitaplardan öğrenmiş olduğum uçsuz bucaksız bir yağmur ormanında veya Sibirya’nın karlarla kaplı steplerinde hayal ederek kimi zaman ağaç dallarındaki ürkek sincapları kovalar, kimi zaman da hayali kar panterlerinin nereden çıkacağının endişesiyle dolaşırdım.

Köy hayatındaki hayali romantizm ve gerçekler

Cumhuriyet dönemi romantizminin belki bir gereği olarak kitaplarda anlatılan sağlıklı yaşam ortamına Anadolu’nun hiçbir noktasında, hiçbir köyünde rastlanmamıştır. Yani hiçbir köylü aile çocuklarına süt, yumurta, yoğurt, tereyağı gibi temel gıda ürünlerini yeterli ölçüde yedirme olanağına sahip olamamıştır. Çünkü köylü, zaten çok az olan üretimini un, yağ, bez, gaz, sabun gibi zorunlu yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamak için satmak zorundaydı her zaman.

Benim köyümdeki yaşam kültürünün, insanoğlunun avcı toplayıcı dönemden toprağa bağlı çiftçiler haline geldiği bundan yaklaşık 5 bin yıl önceki neolitik çağdan farkı neydi derseniz, sabanın ucuna takılan çelik uçtan başka bir şey değildi derim size. Geri kalanı aynen milattan önce 3 bin yılı gerçekten.

Düşünün ki 1970’lerde köyde elektrik yok!  Sadece bizim köyde değil, merkeze uzaklığı sadece 29 km olan Beycuma’da bile elektrik yok. Aydınlatma isli kör kandillerle sağlanıyor. Suyu 300 m aşağıdaki muğarlardan kovalarla taşımak zorunda kadınlar. Soba bile yok, yaz kış yanan ocaklar hem yemek yapma hem de ısıtma ihtiyacını karşılıyor. Yaşam bu!

Köydeki iki katlı yapının alt katında hayvan ahırı ve depolar var. Üst katta her birine ayrı bir “ev” adını verdikleri birkaç oda bulunur. Dedem uzun Halit sanatkâr adam, hayranı olduğum bir ahşap ustası. Odalardan biri olan ustalık evinde çeşitli makaralar, ip eğirme, dokuma ve tarıma uygun alet edevat yapımı ile uğraşıyor diğer tarımsal işlerinin yanında. Zaten yörede bol olan ahşaptan başka bir yapısal malzeme de yoktu o zamanlarda.

İnanın çocuk halimle hayret ederdim o zamanlar bir çivinin bile bulunamayışına, bunun için civarda çadır kuran göçerlerdeki demirci ustalarına muhtaç olmaya.

Sadece bununla kalsa eksiğimiz, yokluğumuz, inanın hiç önemli değil, sonunda tamamlanacak şeyler bunlar. Üretim kültürü yok bizde, üretim kültürü! İneklerin süt verimi günlük 2 litre bile değil o yıllarda.  Hem de Hollanda’lının ineği günde 20 litre süt verirken. Tavuklar insan dışkısı eşeliyor üst kattaki hela deliklerinin altına gelen yerlerde.

Ya tarım ne alemde ya da meyve sebze yetiştiriciliği? Dünyanın en lezzetli Çavuş üzümünü ıslah edecek bilgi nerede? Nerede doğanın binlerce yıllık armağanı cevizlerimizi kısır-çetin cevizden çıtır-bol cevize çevirecek aşılama teknikleri ve diğerleri?... Nerede bunları öğretecek eğitimciler, öğretmenler?

Köylü nasıl efendi olacak?

Köylülerin ne tarımsal ne de hayvansal hiçbir konuda atalarından öğrendiklerinin dışında bilgilerinin olmadığını yıllar sonra düşündükçe anlayacaktım tabiki.

O zaman isyanım başladı işte bu milleti cahil ve çaresiz bırakan yöneticilerle özellikle de inanç adına tevekkül telkin eden din bezirganlarına.

Bu tür konuları düşünüp irdelemeye başladığımda karşılaştım bu ülkenin yakın tarihinde uygulanan inanılmaz bir eğitim sisteminin varlığıyla. Tabiki tahmin ettiniz. Köy Enstitüleri bu mucizevi eğitim kurumlarının adı.

Eğitim Enstitülerinin tarihi değil bu yazıda anlatmak istediğim ama.

Osmanlı’nın eğitim, ekonomi, bilim, teknik, sanayi, tarım ve diğer tüm yaşamsal konularda sıfırın altında bir düzeyde bıraktığı, daha kötüsü, var olan üretim kültürünü de yok edip Ortaçağ karanlığına mahkum ettiği Anadolu halkını yeniden olması gereken uygarlık düzeyine çıkaracak bir eğitim devrimini karşı devrimle baltalayıp tarumar eden, bence vatana ihanet düzeyindeki aymazlığı anımsatmak amacım. Anımsatmak ki, bir eğitim mucizesinin nasıl yok edildiğinin daha iyi bilinmesini sağlayarak gelecek için dersler çıkartabilmek.

Devamında o büyük insanın dediği gibi köylü milletin efendisi olmadan nasıl olup da yerli ve millî bir tarımsal üretim sağlanacak, peki böyle bir üretim kültürü olmadan bütün bir toplum gıda güvenliğini nasıl sağlayacak?

Bu soruları Köy Enstitülerini yok edenlere ve onların devamı olduklarını utanmadan ve aksine bir matahmış gibi sürekli anımsatan utanmaz muktedirlere sormak istiyorum.

Yaptığınız ihanetin farkında mısınız?

Neden dinamitlediniz o yüzyılın en muhteşem eğitim hamlesini? Neydi korkunuz ey muktedirler?  Biliyoruz elbette korkularınızın nedenini.

Evet, köye aydınlığın girmesiyle güçlerinizi ve iktidarlarınızı kaybetmek korkusuydu asıl neden. Sağcısıyla ve sözde solcusuyla tüm asalaklar bir araya geldiniz ve nihayet 1954’de bir daha dirilmemek üzere katlettiniz o “uygar ve üretken bir Türkiye” yaratma projesini. Anadolu insanını eğitim-üretim ilişkisiyle tanıştıran, yaşamdan ve üretimden kopuk dine dayalı eğitim sistemini kökünden değiştirmeyi hedefleyen bir devrimi başlatıyordu çünkü bu sistem.

O korkuyla birleştiniz iyilikleri yok etmek için. Çünkü köylü aydınlanırsa başınıza gelecekleri çok iyi biliyordunuz. O nedenle attınız o iftiraları enstitülerdeki tertemiz kızlarımıza, o nedenle içinizdeki nefreti yönelttiniz o idealist genç delikanlılarımıza, bu yaptıklarınız inandığınız dine aykırı olsa bile. Ne de olsa önemli olan dünya nimetleriydi öyle değil mi?

Umurunuzda mı benim köyümdeki müminlerin yaşam zorlukları, üretim eksiklikleri, tabiki ülke ekonomisine yapamadıkları katkıları? Bunlar elbette sizlerin sorunu olmadı hiçbir zaman. Ama ben ve benim gibi yurtseverlerin her dönemdeki en önemli konusu bunlar olmuştur, biliniz.

Kurtuluş elbette ellerimizde

Buradan hareketle; bu ülkeye bağlı, halkını seven, en azından insan olarak kendini sorumlu hisseden herkese çağrım, toplumdan asla üstün olduğumuz vehmine kapılmadan birikimimizi topluma yansıtmaya çalışmak ve yeniden millî mücadele ruhu ve heyecanı ile çözüm üretmek için gerekli birlikteliğin gayreti içinde olmaktır.

Bu duygularla, ülkemiz için, Zonguldak için daha farklı konularda fikir üretmek ve tartışmak umuduyla hoşçakalın, sağlıkla kalın.