İçinde bulunduğumuz hafta 1999 büyük Gölcük Depreminin 21. yılını andık. Geçen onca yıla rağmen ülke genelinde deprem güvenli bir yaşama maalesef henüz terfi edemedik. Söz uçar yazı kalır, ben de bu vesileyle çeşitli toplantılarda, panellerde sorununun çözümüne yönelik dile getirmiş olduğum önerilerimi yazıya dökmek istedim.

O günden bu yana elbette pek çok yasal düzenleme yapıldı. Bunlardan en önemlileri 2007 yılında çıkarılan Depreme Dayanıklı Yapı Tasarımı Yönetmeliği, Kentsel Dönüşüm Yasası ve DASK Zorunlu Deprem Sigortasıdır. Bu önemli yasal değişikliklere rağmen, sorunlu zeminlerdeki sorunlu yapı stoku hala ortadan kaldırılamamıştır. Bunun en önemli iki nedeni Kentsel Dönüşümün isteğe bağlı olması ve sorunlu yapılarda ikamet eden vatandaşlarımızın genelde ekonomik sıkıntı içerisinde olmalarıdır.

Afet sosyolojisi üzerine gerçekleştirilen çalışmalara göre insanların doğal afet tehlikesi karşısında

  • Bana bir şey olmaz tutumu
  • Çaresizlikten kaynaklı kaderci tutum
  • Aşırıya kaçan panik tutumu ve
  • Gerçekçi ve makul tedbir alma tutumu

olmak üzere 4 farklı yaklaşım sergiledikleri tespit edilmiş. Ayrıca yine aynı çalışmada insanların bir afeti yaşadıktan ortalama 2,5 -3 yıl sonra olayın etkisinden kurtularak yine eski tutumlarına geri döndükleri belirlenmiş. Ne yazık ki ülkemizdeki durum da söz konusu çalışmadaki saptamalarla örtüşmekle birlikte ekonomik yetersizlikler nedeniyle ilk iki tutumun çok daha yaygın olduğu söylenebilir. Özellikle ekonomimizin yükünü taşıyan ve yoğun popülasyona sahip tüm kentlerimizde dere, göl, deniz kenarlarındaki yerleşimler olduğu gibi varlığını korumaktadır. Konut amaçlı yapıların ekonomik ömrü 40 ile 70 yıl arasında olduğu düşünüldüğünde, bu yapıların pek çoğu ekonomik ömrünü de doldurmuş durumdadır.

Yukarıda da ifade edildiği üzere bu yapılarda oturmak durumunda kalan insanlar, ömürleri boyunca vergilendirilmiş kazançlarıyla kıt kanaat biriktirdikleri paraları “başımızı sokacak bir dört duvarımız olsun” diye harcamış insanlardır. Hal böyle iken ömür boyu ödedikleri vergiler ve akıttıkları alın teri ile bu ülkenin gerçek mimarları olan bu insanlara, lütfen bu binalarda artık yaşamayınız diye seslenmek, başınızın çaresine bakın anlamına gelmektedir.

Peki bu noktada neler yapılabilir. Bilindiği üzere, DASK kurumu 20 yıla yakındır Zorunlu Deprem Sigortası primi toplamaktadır. Geçtiğimiz günlerde kurumdan yapılan açıklamaya göre sistemde 10 milyon sigorta sayısına ulaşılmıştır. Dolayısıyla sistemde oldukça yüklü miktarda bir para birikmiş olmalıdır. Ancak kuruluş yasası gereği DASK bu kaynakları deprem sonrası oluşacak hasarlar için kullanabilmektedir. Oysa tüm dünya da yaşanan afetler göstermiştir ki afetler öncesi zarar azaltma çalışmalarına yapılacak harcamalar, afet sonrası meydana gelecek zararları tazmin etmekten çok daha ekonomiktir. Bu noktada, DASK’ın yasal mevzuatında küçük bir değişiklik yapılarak afet öncesi zarar azaltma çalışmaları gerçekleştirebilmesine olanak sağlanabilir. Bu yapıldıktan sonra;

  • Konut alımsatımında yapılması zorunlu olan Deprem Sigortası fonundan karşılanmak üzere, DASK eliyle ilgili binaya depreme dayanıklılık testi de zorunlu olarak yaptırılmalıdır.
  • Testin sonucuna göre yapının tapu kaydına depreme dayanıklı veya dayanıksız şerhi düşülmelidir.
  • Depreme dayanıksız şerhi alan yapının alımsatımı engellenmelidir.
  • Alım satımı engellenen yapı sakinlerinin mağdur olmaması adına, müteahhitlik firmaları tarafından deprem yönetmeliğine göre yapılmış ancak satılamamış konut stoku, bir Coğrafi Bilgi Sistemi platformu üzerinden söz konusu konut sahiplerinin tercihine sunulabilir, ve konut sahibinin eşdeğer güvenli bir yapıya taşınması sağlanabilir.
  • Bu yolla boşaltılan binaların DASK’ın tasarrufunda yıkımı sağlanarak, kentlerin otopark, sosyal tesis, park bahçe ihtiyaçları karşılanabileceği gibi, göl ve deniz kıyılarındaki alanların da turizm ve ticaret alanlarına çevrilerek ekonomiye kazandırılması mümkün olabilir. Böylece sistemin kendi kendini sürdürebilmesi ve yeni sağlıklı konutların tekrar tekrar üretilmesi mümkün olabilir. Hatta ve hatta iyi niyetli ve akılcı bir yaklaşımla yer sahiplerine elde edilecek gelirden kar payı vermek bile mümkün olabilir.

Bu veya buna benzer aktif yaklaşımlar ile çok kısa süre içerisinde en yüksek riskli bölgelerden başlayarak kentsel dönüşümü kısa bir sürede tamamlamak mümkün olabilir. Elbette bu öneriler eleştiriye, değişikliklere ve ilavelere açıktır. Bu meselenin vatandaşımızın kendi isteğiyle ve ekonomik durumuyla çözülemeyeceği de gayet açıktır. Bu nedenle her ne şekilde olursa olsun, vatandaşımızın iyiliği ve güvenliği için, kamunun daha etkin çözümler üretme zorunluluğu bulunmaktadır. Ülkemizde geçmişte olduğu gibi gelecekte de büyük depremle olacaktır. Gelecek depremin nüfus yoğunluğu yüksek bir bölgemizi vurması durumunda büyük acılar ve ekonomik kayıplar yaşanması kaçınılmazdır. Küçük büyük her depremden sonra insanların sokağa dökülmesinin sebebi yaşadıkları binalara güvenmemeleridir. Bu tablo günümüz Türkiye’sine yakışmamaktadır. Herkesin evi adeta kendi kalesi gibidir. İnsanlarımızın evlerinde huzurla yaşayabileceği bir ortamın sağlanabilmesi, aynı acıların bir daha yaşanmaması ve depremin ülke gündeminden çıkarılabilmesi hiç vakit kaybetmeden harekete geçilmelidir.