Uçakla rahat rahat gitmek yerine, trenle gitmeyi tercih etmiştim.

Yolculuğum Çin’in baş şehri Pekinden; tam olarak Wuhan’ın kuzey batısındaki küçük Shiyan şehrine. Çinin önemli Endüstri bölgesine, şu an bildiğimiz Corona virüsün bütün dünyaya yayıldığı söylenen bölgeye. Çinin en büyük kamyon motorlarının üretildiği devasa bir fabrika. Fransız Peugeot ve Citroënilede ortak üretim yapan fabrika. Fabrikanın açılmasıyla gelişerek, şehir olmuş bir köy aslında Shiyan. Uzun bir süre yaşayacağım bu bölgeye iyi hazırlanıp öyle çıktım yola. Uzun bir uğraşının sonunda Pekinden trenime nihayet binebildim. Yataklı vagon; karşılıklı iki kişilik ranzalı yataklar.

Shiyan şehri.

Benim yerim, alt yataklardan trenin gidiş istikametinde. Tren kalkacağına yakın bütün ranzalar doldu. Karşımdaorta yaşlı bir Çinli, yatağının dibinde ayaklarından bağlı 5 tane beyaz ördek, bir tane tavuk. Kompartımana girdiğimde ortalık kümes kokuyordu. Ama ben severim kümes kokusunu. Zonguldak Fener’de beslediğimiz tavuklar geldi aklıma. Oradan bilirim kümes kokusunu. Çoğu sabah tavukların yumurtlamasını bekler, gıdaklamaya başladıklarını duyunca kapağı açar taze yumurtaları sıcak sıcak içerdim. Neyse, bavullarımı yerleştirip, ben de pencerenin yanına oturdum. Dışarıda kuru bir soğuk, eksi derecelerde olmalı ama trenin içi hamam gibi boğucu sıcaklıkta. Sanki dışarıdaki soğuğa inat… Pencereler yarım açılıyor Allah’tan. Silkelenerektren kalktı. Bu bir dur kalk treniydi her istasyonda duracaktık, yani dolmuş tren. Yolculuk uzun sürecekti. Özellikle istemiştim trenle gitmeyi, Çinlileri yakından tanımak istiyordum. Yanımda Almanya’dan beraberimde getirdiğim şatafatlı çikolatayı açtım ilk önce, kompartımandaki her kese ikram ettim. Alman çikolatası deyince daha da çok ilgi gördü. Çin’deAlmanya’nın iyi bir yeri var. Almanya’dan taş getirip bu Alman taşı desen, saatlerce incelerler, yani o kadar önemli. Yavaştan sohbetlere başlamıştık. O zamanlar daha yeni Çince öğreniyorum ama anlaşmak için yeterli sayılır. Almanya’da yaşayan Türk mühendisi olduğumu ve iş icabı Çin’de olduğumu falan anlattım. Dongfeng fabrikasına gittiğimi söyledim. Karşımdaki ranzanın üst kısmında genç kız Wuhan’a gidiyordu. Üniversite de öğrenci. Yeterli İngilizcesi var. Ara sıra onunla sohbet ettik. Tren kalktıktan hemen sonra, hepsi yavaş yavaş çıkılarını açtılar. Saat sabah 8,30 dolayları. Bana ikramlarını yaptıktan sonra şapırdatarak yemeğe başladılar. Kompartımanın içini bir şapırdatma aldı. Çin’de ağzını şapırdatarak yemek, yemeğin ne kadar lezzetli olduğunun göstergesiydi ama alışık olmayınca insanın sinirleri bozuluyor. Sanki benim ki daha lezzetli der gibisine şapırdatıyorlardı. Oysaki çocukluğumda şapırdatarak yemek yediğimde, babamdan çok azar işitmiştim. Gelebilsen de buraları görebilsen baba dedim içimden. Gözlerim dışarıda, ulu ulu dağların eteklerinde kıvrıla kıvrıla gidiyorduk. Her köy, her kasabada duruyorduk. Dışarıda birikmiş sularda ördekler, kerpiç evlerin aralarındaki çamurlu sular içindeki domuzlar, köpekler, koşuşan çocuklar, yeşil pirinç tarlalarında yağmur altında çalışan hasır şapkalı köylüler… Öğlene doğru kompartımanımızın kapısı çalındı ve üniformalı, erkek gibi bir bayan kondüktör içeri girdi. Biletlerimizi alıp elindeki dosyanın içine numaralarına göre yerleştirdi.

Bu durumu bana daha evvel söylediklerinden yadırgamadım. Biletlerimizi alıp gitti. Yolcunun ineceğine yakın tekrar gelip ineceğini haber veriyor ve bileti iade ediyordu. Pencereden dışarı baktığımda sanki belgesel film izliyordum. Alışa gelmemiş manzaralar, Muz ağaçları, tanıdık olmadığım birçok ağaç türü ve o resimlerden tanıdığımız boynuzlu boynuzlu evler. Tren de zaten hızlı gitmiyordu. Durduğumuz yerde uzun bir müddet kalıyor, bir curcuna kopuyor, sonra yola devam ediyorduk. Dışarıda bin bir türlü satıcı, içecekler, ev yapımı börek ve makarna çeşitleri daha bilemediğim birçok yiyecek. Arada bir kapımız çalınıyor önünde sürdüğü iptidai vagonunda çeşitli yiyecek, Bisküvi ve içecek satan trendeki görevli kadın giriyordu içeri. Bir kaç kez içecek aldım yalnızca. Akşama doğru kompartımandan dışarı çıkıp biraz dolaşmaya karar verdim. Koridor insanlar ve küçükbaş hayvanlarla doluydu. Orada bile seyahat eden Çinliler, ellerinde iskambil kâğıtları,buldukları daracık yerde, yüksek sesle sanki kavga edercesine, iskambil kâğıtları ve Çinlilerin o meşhur el oyununu oynuyorlar (石头,剪刀,布 / taş, makas, kumaş)

Yemeklerini yiyorlardı. Ağlayan çocuklar ve kapı aralarına gerilip yapılmış salıncaklar. Tuvaletler her zamanki gibi çok ilgi görüyor, önlerinde uzun bir sıra var. İçerisi anlatamayacağım şekilde öbek öbek pislik. Seyahat ettiğim vagon birinci sınıf, diğer vagonlara geçtiğimde oturaklar tahtadan ve ranzalar üç katlı; domuzlar, tavuklar çeşit çeşit hayvanlarla üst üste yolculuk eden çoğu köylü Çinliler. Havayı ağır pirinç kokusu sarmış. Bir köylü bana el sallayıp yanına oturmamı söyledi. Tokalaşıp yanına oturdum. Uzun uzun sohbet ettik. Biz sohbet ederken etrafımız zamanla daha da kalabalıklaştı. Bayağı hoş bir sohbet olmuştu. Biz sohbete devam ederken, köylülerden bir tanesi bana bu fakir gelişmemiş gördüğüm Çinin ileride çok zengin ve sözü geçen bir ülke olacağını söylemişti. Lafı hala kulaklarımda. Zaman nasıl geçti bilemedim. Uzun sohbetin ardından, tekrar kompartımanıma dönüpyatıp hemen uyudum. Artık Shiyan yolundaydık. Ertesi günü erkenden, satıcı kadın kapımızı çaldığında hepimizi uyandırdı. Kompartıman içi çok sıcak olduğundan hepimiz mayışmıştık. Perdeyi aralayıp baktığımda, dışarıda hava pusulu, yağmur yağıyordu. İnsanın içini karartan bir hava. Pencereyi yarıya kadar açabildim. Buz gibi bir soğuk uykumu iyice açtı. Satıcı kadından bir kutu hazır makarnalardan alıp kompartımanda kocaman termosta bulunan kaynarsuyla haşladım. O kadar çok açmışım ki büyük bir iştahla yedim.

Dünkü sohbet çok hoşuma gitmişti. Yemeğimi yedikten sonrao kompartımana tekrar gitmeye karar verdim.

2. sınıf kompartıman

Yanıma biraz çikolata alıp gittim. Büyük bir coşkuyla karşılandım. Karşılıklı ikramlar sonrası yine tatlı sohbetlere daldık. Sigara ve meyve ikramları ardı ardına geldi. Alman çikolatası yine çok ilgi gördü. . Bu arada Wuhan’a varmıştık. Wuhan Çinin büyük şehirlerinden bir tanesi, tarihi bir geçmişi var. Üniversitesi ve endüstrisi Çin için çok önemli. Ortalık birden karıştı, inenler binenler. İstasyonda uzun bir zaman kaldık. Bu arada benim kompartımanımdaki öğrenci kız aklıma geldi. İnmiştir dedim. Öğleden sonra, geç vakit, Shiyan’e iki istasyon kala, başka bir kondüktör kadın gelip biletimi geri verdi ve iki istasyon sonra ineceğimi söyledi. Eşyalarımı yavaştan hazırlayıp kompartımandaki arkadaş olduğum yolcularla vedalaşıp koridora çıktım. Trenden indiğimde yerler tükürük ve pislik içerisindeydi. En ilginci çocuklar için tuvalet mevhumu yoktu, özel yırtmaçlı olan pantolonlarından çömelip istedikleri yere, büyük küçük demeden tuvaletlerini yapabiliyorlardı.

Durum böyle olunca yerlerde öbek öbek pislikleri görmek kaçınılmazdı. Hayatımda bu kadar bakımsız bir istasyon görmemiştim. Tekerlekli olan bavullarımı çektim mi? yoksa kaldırarak mı taşıdım? Bilemiyorum. Otel odama bu pislik içinde nasıl gireceğimi düşünüyordum. Dışarı çıktığımda fabrikadan yetkili kişiler beni bekliyordu. Küçükminibüse binip, fabrikanın misafirhanesine doğru yola çıktık. Tam tamamına iki güne yakındır kötü şartlardaama maceralarla dolu yoldaydım. Yorgundum. Yerleştirildiğim misafirhane öyle ahım şahım bir yer değildi ama hiç olmazsa sakin ve temizdi o günü uzun bir istirahatle geçirdim. Üç hafta kadar kaldığım bu misafirlikte, Buzdolabına koyduğum çikolatalarımın her geçen gün azaldığını fark edince şikâyette bulundum. Sonunda günlük odamı temizleyen genç kızın aldığını ortaya çıkardılar. Çok üzüldüm ama artık elimden bir şey gelmiyordu. Duyduğum kadarıyla kız da işten atılmıştı. Ardından ben de o misafirhanede kalmak istemedim, çıkıp şehir merkezinde biraz daha iyi bir otele taşındım. Diğer günlerde yemek konusunda zorluk çeksem de hayatımdan memnundum. Altı hafta sonunda, makinaları başarıyla teslim edip, Pekin’deki Amerikan Ford’un, Jeep fabrikasındaki diğer işime bu kez uçakla geri döndüm.

Diğer hikâyelerde buluşmak üzere. Sağlıcakla kalın.